Değişmek Neden Bu Kadar Zor / Beden - Zihin - Ruh 14
Hepimizin zorlandığı, bocaladığı ve hatta ne yazık ki birçoklarının da pes edip bıraktığı, tabiri caizse zurnanın zırt dediği konuya geldik: Değişmek... Ve hakikaten, "değişmek neden bu kadar zor?"
Öncelikle sana tavsiyem bu cümledeki "zor" kelimesini "zahmetli" olarak değiştirmen. Çünkü "zor" dediğin zaman, yapılamayacağına dair negatif bir inanç ve kuvvetlendirme yüklerken; aynı davranışa "zahmetli" dediğin zaman, belli bir süre ve eylem gerektirdiğini ama olumlu netice alınacağına dair pozitif bir yaklaşım ve güven yüklemiş oluyorsun.
İstersen önce şu davranış ve alışkanlık konusunun nasıl oluştuğuna bir bakalım beraber. Dünyaya yeni gelmiş bir bebek düşünmeni rica ediyorum. Ve anlamanı istediğim şey şu: dünyaya yeni geldiği için bildiği tek şey, bir tür içgüdüsel refleks olarak, nefes almak. Çok güçlü nefes alıp verdiğinde de ağlamak dediğimiz şeyi gerçekleştiriyor. Yani hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey anlamıyor, daha önce zerre kadar yaşam tecrübesi yok.
Bir süre sonra bu bebeciğe bir şeyler oluyor. Bir şey hissediyor. Henüz kendine ait olduğunu bile anlamadığı bedeninde bir şeyler oluyor. Karın bölgesinde, ki karın bölgesinin ne olduğundan da haberi yok, aşağılarda bir yerlerde işte, ki aslında aşağı yukarı kavramı da isimlendirilmiş değil... Bir yerlerde işte, bir rahatsızlık baş gösteriyor. Kendini iyi hissettirmeyen bir kasılma, bir boşluk, bir ihtiyaç var. Yani acıkıyor aslında ama acıkmanın ya da beslenmenin de ne olduğunu bilmediği için, sadece bir şeyler oluyor işte :)... Dolayısı ile bildiği tek şey olan nefesi, son sürat dışarı veriyor: Ingaaaa...... Bundan sonrasını biz daha çok hissediyoruz :)...
Ağladığında meme veriliyor ve karnı doymaya başladığında ve bu kötü hissin ortadan kaybolduğunu anladığında, al sana birinci kodlama. Eğer aynı şeyi hissedersen bas yaygarayı, versinler memeyi :).
Bir süre sonra ise yine bir şey oluyor, bir önceki ile hemen hemen aynı yerden ama biraz daha baskıcı bir sıkıntı. Biraz da ağrılı gibi sanki, artık o da neyse :)... Haliyle süt gaz yaptı ve bağırsaklar ilk defa harici besin işliyor ve sorun olması normal. Ne yapalım? Bu da soru mu, zaten bildiğimiz tek şey var: Bas yaygarayı! Az önce işe yaramıştı, muhtemelen yine işe yarayabilir.
Ve önce kucak, sonra pışpışın ardından gaz da çıkınca yine rahatlamaya kavuşuluyor. İşte ikinci kodlama: Eğer buna benzer bir sıkıntı tekrar yaşanırsa, sırtına vurulana kadar ağla :).
Ama bir süre sonra bir şey daha oluyor. Fakat bu defa başka bir şey. Az öncekiler ile aynı türde değil bu. Bir öncekiler içeride bir yerlerdeydi sanki, ama bu daha dışsal bir his. Can yakıcı biraz, aşağılarda bir yer açılıyor, yırtılıyor sanki. Bir de eksiliyoruz gibi, bir şey dışarı çıkıyor. Tanıştırayım: KAKA!... E, n'apcaz şimdi? Hala soruyor musun? Tabii ki: Bas yaygarayı! :)... Ve üçüncü kodlamamız hayırlı olsun: Böyle bir sıkıntı yaşandığında altın temizlenene kadar ağla...
----
:)... Burnuma o mis kokular tekrar geldi resmen :)...
----
Evet, kodlama zinciri buna benzer şekilde devam ediyor aslında. Bu şekilde ihtiyaçlarımızı giderebilmek adına çeşitli davranışları faydalı olarak kodluyoruz. Sonrasında, biraz daha büyüdüğümüzde, kendimize ait olmayan ama dışarıdan gözlemlediğimiz kodlamaları ediniyoruz. Bir arkadaşımızın dudaklarını büzerek ailesine istediğini yaptırdığını görüyoruz, bunu kodluyoruz. Abimizin ya da ablamızın yalan atarak anne babamızın azarından kurtulduğunu görüyoruz, bunu kodluyoruz Sürekli gelişen ve büyüyen çevremizden ve en çok ta bizi üzen, şaşırtan, tiksindiren ya da korkutan gibi travmatik etki bırakabilecek yüksek duygular eşliğinde olan kodlamaları alıyor ve bunları belki de on binlerce defa tekrar ederek bilinçaltımıza kazıyoruz.
Ve orta yaşlarımıza geldiğimizde, on binlerce tekrar edilerek kodlanmış ve zihin kapasitemizin %95'ini oluşturan bir bilinçaltı sistemimiz oluşuyor. Ve geriye kalan %5 ile daha önce hiç tekrarlanmamış, yeni bir davranışı, %95'lik ve on binlerce tekrarlanmış bir davranış ile değiştirmeye çalışıyoruz. İşte bu yüzden değişmek bu kadar zor :)...
Daha da derinden baktığımızda aslında sadece bilinçaltı zihnimiz ile değildir mücadelemiz. Bedenimizin tamamı iledir. Bu on binlerce tekrar esnasında, her alışkanlık haline gelmiş davranış hep aynı kimyasalları, hormonları, enzimleri salgılayarak bedeni de kodladığı için artık bedenin kendisi tamamen otomatik bir şekilde zihin gibi davranmaktadır. Yani seni biri azarladığında omuzların çöküyor, yalnız başına odana çekiliyor ve kurban rolü oynayarak ağlamayı alışkanlık haline getirdiyse yıllar boyunca, böyle bir durum tekrarladığında artık bu eylemleri zihnin tarafından düşünmene gerek bile kalmaz. Hepsi peşi sıra ve ışık hızında beden tarafından gerçekleşir, hem de mükemmel bir hassasiyetle.
ilk günlerde konuştuğumuz durum tersine dönmüştür yani. Normalde ruhun deneyimlemesi gereken şeyleri bedene yaptırabilmek için zihni bir araç gibi kullanacak iken tam tersine bedenin kendisi artık zihni ve ruhun deneyimini yönlendiren bir yönetici olmuş durumda demektir.
İşin vehametini anladın sanırım. Ama zor olması imkansız olduğu anlamına gelmez tabii ki. Ayrıca eski konuşmalarımızdan hatırla lütfen: "Zahmetsiz rahmet olmaz." Bunu söylediğime göre demek ki bir çare var ya da bu işi kolay hale getirecek bir uygulama var... Evet, var ve ona da sıra gelecek ama az daha sabrını rica edeceğim. Çünkü hem değinmek istediğim bir kaç konu daha var, hem de uygulamanın nasıl çalıştığına dair seni daha güvende hissettirecek bir anlatım yapmak istiyorum.
Önce değinmek istediğim konulardan ilkine gelelim: Şikayet... Bu konuda zaten daha önceleri de çok başını ağrıttım ama bu alışkanlık öylesine yaygın ki artık başkaları konusunda şikayet etmeyi bırakamadığımız gibi kendimizden şikayet ettiğimizin farkında bile değiliz. Çünkü sanki beni yine yanlış anladın :)... Haydi çuvaldızı kendime batırayım, ben yeterince iyi anlatamadım ya da eksik anlattım diyelim. Şu şikayet meselesinin üzerinden detaylıca bir daha geçelim beraber.
İlk olarak gereksiz şikayetler var listemizde. Şöyle ki: "Bugün hava çok bulutlu" ya da "Hava ne kadar sıcak ya, bunaldım" gibi. Tamam da benim ne yapmamı bekliyorsun, son hava bükücü müyüm ben, bulutları dağıtayım ya da güneşin ayarlı rezistansı mı var elimde de sıcaklığı düşüreyim. Buna verilecek tek bir isim var: boş laf. Hiç kimsenin hiçbir şey yapamayacağı bu gibi konularda şikayeti dillendirmek, durumun zorluğuna ya da sıkıntının şiddetine enerji yükleyip işleri daha zor hale getirmekten başka hiçbir işe yaramaz. Gerçekten tam manasıyla boş lakırdı ve boşa harcanan vakit ve enerji israfıdır.
İkinci sırada faydasız şikayetler var. Örneğin: "Bugün çok yoruldum, her yerim ağrıyor" ya da "Sabah erkenden işe mi gideceğiz şimdi, hiç canım istemiyor" gibi. Bunlar hali hazırda günün getirdiği sonuçlar aslında. Ne yaptığını bilmesem de belli bir sebepten dolayı yorulmuş olabilirsin, doğal ama bunu bana neden anlatıyorsun? Yarın sabah da işe gideceğini ikimiz de biliyoruz ve hatta ben sana gitme desem de gideceğini de biliyoruz. Çünkü o da şu anda senin hayatının bir parçası. Peki bunu bana neden anlatıyorsun? Farkında mısın bilmem ama şu anda beni kullanıyorsun, hem de kötüye kullanıyorsun. Hiçbir şey yapamayacağım konular hususunda beni ağlama duvarı olarak kullanıyorsun ve işin kötüsü ben sana ne desem fayda etmeyeceği için, kendin yetmezmiş gibi benim de kötü hissetmemi sağlıyorsun.
Sakın bana "sana da bir şey anlatmaya gelmiyor" deme. Şunu desen elimden geleni yaparım mesela: "Ben biraz fazla çalıştığımda aşırı bir yorgunluk çöküyor üzerime, sence bu neden oluyor ya da bunun için ne yapmalıyım" ya da "Sabahları işe gitme konusunda çok isteksizim, bu konuda bana yardımcı olabileceğini düşündüğün bir fikrin var mı? gibi. Bunlar çözüm arayan cümleler ve çözüm konusunda itibar gösterip bana danışma nezaketinde bulunduğun için sana minnettar olmakla kalmaz, çözümü geliştirmek adına elimden geleni de yaparım. Ama böyle bir durum yok ortada ve ben senin tarafından kötüye kullanılmak istemiyorum.
Üçüncü sırada çevreden şikayet var. Örneğin: "Bu ülkeden bir halt olmaz abi, ne yapsak boş" ya da "Para parayı çekiyor kardeş, sana bana yedirmezler o işleri" gibi. Öncelikle bu ülkeden şikayetçi olan arkadaşlara, lütfen ama lütfen, acilen herhangi bir yabancı ülkeye gitmeleri için ısrar ediyorum. Hanyayı Konyayı anladıklarında bir daha konuşabiliriz. Küçük ya da genç yaşlarından itibaren gurbette yetişmemiş bir insanın oralarda rahat etmesi pek mümkün olmadığı gibi oralara adapte olup aidiyet hissetmesi de mümkün değil, bunu az çok çevrendeki yurt dışı deneyimi olan herkese sorabilirsin. Haklı olduğumu göreceksin. Para parayı çeker, bak ben buna inanırım ama bu tek bir ihtimal ya da seçenek değildir. Eğer öyle olsaydı dünyada üç beş kişiden başka para sahibi insan kalmaz, tüm para sadece birilerinde toplanırdı. Bu konuya ileride ayrıca bir çile konusu olarak geleceğiz ama yeri gelmişken hatırlatmamı yapayım; "Piyasa kişisel bir şeydir" Toplumsal ekonomik düzenin bozulması sadece faktörlerden biridir. Ama savaş zamanlarında bile zengin olan binlerce insan örneği var dünya tarihinde. Ve bolluk ve bereket dışsal değil içsel bir tutumdur ve tüm yaratımlar gibi içten dışa gerçekleşir.
Neyse konuyu dağıtmadan devam edelim. Başrolde SEN varsın diye tekrarlayıp durmamın en büyük sebeplerinden biri de bu, konu neresinden bakarsan bak hep SENinle alakalı ve seçimler hep sana ait. Çevre sadece unsurlardan birisi ama tek sebep ya da gereklilik değil. Bu yüzden çevrenden şikayet etmen de aslında bahaneden başka bir şey değil.
Dördüncü sırada, buraya geleceği belliydi tabii ki, kendinden şikayet var. Örneğin: "Eğitimim başarılı olmak için yeterli değil" ya da "Boyum çok kısa" gibi. Şikayeti alışkanlık haline getirdiğin için artık sıra kendine geldi tabii ki. İbrahim Tatlıses'in zamanında pek meşhur olan bir sözü vardı: "Urfa'da Oxford vardı da biz mi okumadık?" Evet, hiçbirimizin şehrinde Oxford yok, dünya üzerindeki bilgi de şu anda ingilizce kaydedildiği için dil olarak da geride başlıyor olabiliriz ama, her ne kadar Urfa'da Oxford olmasa da, yaptığı müziği önermemek ile beraber, mesleğinde ne kadar başarılı biri olduğunu da biliyoruz değil mi? Hamsiyi uçmak üzerinden test ettiğinde, kartalı da yüzme üzerinden değerlendirdiğinde başarısız olacaktır. Ama sen genel de bunu yapıyorsun, şikayet ede ede artık ÖZsevgini kaybettiğin için kendinin kıymetli ve değerli taraflarını keşfetmek şöyle dursun, sadece eksikliklerin ya da beceriksizliklerin ile eleştirip duruyorsun. Boyum kısa da ne demek Allah AŞKına... Stephen Hawking iki büklüm bir ömür bitirdi de içine neler neler sığdırdı?
Ve beşinci sırada, beterin beteri de var, kendini aşağılayan şikayet var. Artık rezilliğin dip noktasına geldik. Örneğin: "Benden bir fok [bir deniz canlısı :)] olmaz, elimi neye atsam kurutuyorum" ya da "Gökten para yağsa benim başıma taş düşer" gibi. ÖZsevginin kaybolmasıyla açılan boşluğu artık nefret doldurmaya başladığı için kendine ağır yüklenmeye başladığın noktaya geldik işte. Şöyle bir gerçek var ki, Allah'ım senin zannına göre tecelli edeceğini beyan etti zaten çoktan. Bu konuda daha ne diyeceğimi bilemiyorum, gerçekten üzücü.
Ama gel bir de hiç dikkat etmediğin bir açıdan bakalım şu kendinden şikayet etmene. Sadece bir soru sormak istiyorum: SENi kim yarattı? Belki bu soru biraz aklını başına getirmiştir.
Öyleyse sen kimin yaratımını beğenmiyorsun? Sen kimin yarattığını eleştiriyorsun? Sen kimin yarattığına hakaret ediyorsun? Sen kimin yarattığına küfrediyorsun da sen kimi beğenmiyorsun?
---
Kendim dediğin şey zaten senin ÖZün, Canım Allah'ımın ruhundan bir parça ve sen ÖZünde kusursuz, saf ve temizsin. Neden bu kötülüğü kendine yapıyorsun da neden kendini bir şey hak etmeyen biri olarak ilan ediyorsun?
Can dostum... Derviş kardeşim... Yol arkadaşım... her şeyin en güzelini SEN hak ediyorsun ama artık şu kirleri üzerinden atıp, şu gereksizlikleri temizleyip kendini bulman gerekiyor. Lütfen şu şikayet huyundan, yargılamaktan ve yalandan vazgeç artık. Çünkü bu üçüne o kadar çok enerji gidiyor ki tüm hayatındaki bolluk, bereket, neşe ve huzuru bu üçünde tüketiyorsun. Şu üçünden kurtulduğunda bile o kadar çok değişiklik olacak ki diğer değişimler için inanılmaz bir güç bulacaksın kendinde. Nasıl kolaylıkların ve yardımların da kendiliğinden geleceğini defalarca söyledim sana daha önce. Lütfen...
Ve bu şikayet konusunun ayrıca ne olduğunu biliyor musun? Hatırllattığımda bana hak vereceksin: NOCEBO... Plasebo ve Nocebo hakkında da konuştuk seninle daha önceleri. Plasebo ne demekti: Seni memnun edeceğim. Peki Nocebo ne demekti: Sana zarar vereceğim. Hani aslında tedavi unsuru olmayan ama insanlara verilen yalancı ilaç ya da uygulanan yanıltıcı tedavi unsurları.
Plasebo verilen hastalar aslında su içseler iyileşiyorlar, nocebo verilen hastalar ise meyve suyu ile rahatsızlanıyorlar idi değil mi? Ama bu kadar basit değil aslında. Bu etki o kadar güçlüdür ki, hipnoz altındaki hastalara, eline kızgın demir dokunduruyoruz diyerek bir bu parçası dokundurduklarında gerçekten yanmışçasına kabarıp su toplayabiliyor. Aynı şekilde birine yanlışlıkla içtiği şeyin zehir olduğu açıklandığında neredeyse ölüme yol açabilecek komplikasyonlar gösterebiliyor. Ve bunlar sadece inandırıcı özelliği olan bir kaç küçük telkin. İşte sen de sürekli, günde onlarca defa ve her gün devam ederek kendinden şikayet ettiğinde kendine ne yaptığının farkına var artık. Lütfen...
Haydi gel şimdi de konuya iyi yönünden bakalım. Placebo ve Nocebo bu kadar iyi çalışıyorsa demek ki gayet ayarlanabilir, uyarlanabilir ve geliştirebilir birer makine tarafımız mevcut. Ve lütfen bana güven, ayarlama düğmeleri senin elinde. İstediğin gibi ince ayar yapabilir ve kendini en güzel, en iyi haline getirebilirsin.
Konuşmanın başında da belirtmiştim, değişiklik için elimizde bir yöntem mevcut. Aslında bunun hakkında seninle daha önce konuştuk biraz: meditasyon. Ama meditasyon dendiğinde aklına hep şu bağdaş kurmuş, ve yaygınlaştıkça da biraz romantikleştirilmiş görüntü geldiğini biliyorum. Sırf bu görüntü yüzünden meditasyonun bir zihin çalışması olduğu unutuldu, birçok kişi öyle oturmadan meditasyon yapılmıyor sanıyor :). Bir de yine bu oturuş ve gözler kapalı bir şekilde parmakları birleştirince ibadet duygusu oluşturduğu için bazı çekincelerin oluştuğunu da biliyorum.
Ama hatırla ki 11'nci gün seninle bir zikir meditasyonu paylaştım ve bunun ne denli önemli bir altyapısı olduğunu 10'ncu gün anlattım. Ve yine hatırla lütfen, o meditasyonun sonunda, tüm duaların sonunda sana dileğini içinden geçirmen için bir süre bıraktım.
Yarın, meditasyonda neden nefesimizi yavaşlatıyoruz, nasıl işe yarıyor ve neden dini, bedensel ya da rituel gibi bir şey değil de, tamamen bilimsel olarak açıklanabilecek bir zihin çalışması olduğunu anlatmak istiyorum. İnanıyorum ki, yarından sonra aklında hiçbir şüphe kalmayacak.
Bana güven değişim biraz nefes ve 10 dakika kadar uzakta sadece. Yarın ikna olacaksın :).