Okur, Dinler ve Benimle Konuşursan Çok Mutlu Olurum
Bir meltem gibi yazabilir mi insan? Uçsuz bucaksız, hatta öylesine engin ki hiçbir kumsala uğramayan bir deryadan esen dost bir rüzgar gibi hissettirebilir mi insan yazarak? Ben bunu çok isterdim.
Aklımın erdiği ilk günden beri kalem ve kağıdı çok sevdim. Ama egomun yanılgısında bir şeyler çizmek daha ilgi çekici ve aslında daha övgü toplayan neticeler ortaya koyduğu için onu daha çok seviyorum sandım. Hep bir şeyler yazdığımda oldu ama onlara n’oldu?... hiç bilmiyorum…
Kırkından sonra anladım ki istediğim şey yazmakmış aslında en başından beri. Yazmak ve okunmak, daha doğrusu anlatmak… Beni kırk sene kandıran egomun beni yine kandıracağından o kadar korktum ki bunu yaparken bile hep bir gizlilik birinci prensibim olmaya devam etti. Şimdi bile pek emin değilim; gizli kalma çabası mı egomdan dı, yoksa artık ortaya çık çağrısı mı ondan, hala bilemiyorum.
Düz adamın tekiyim aslında, öyle aklına geldiği gibi konuşan, gönlüne düştüğü gibi davranan, palas pandıras ortaya söyleyiveren her şeyi, ama yazarken bir başka oluyor içim. Özenesim geliyor, seçmek istiyorum kelimeleri, tarifleri, benzetmeleri. Güzel olsun istiyorum, okuyan da güzel hissetsin. Bir esinti gibi, bir şarkı gibi ve belki de bir iltifat gibi… mutlu olsun okuduğunda ve gülümsesin saftirik bir emoji gibi.
Bunun için şiir lazım, şair olmak lazım belki ama oldum olası sevemedim şiir işini. Kur’an-ı Kerim ile şiir işi bitmiş gibi hissettim çocukluğumdan beri. En güzel cümle sonları en güzel satırlarda buluşmuş çoktan. En Yüce Olan söylerken kelamını her işinde olduğu gibi en güzeli ile noktayı koymuş. Belki de bu ön yargımdan olacak, sevdiğim şiir yok denecek kadar az.
Şiir Yarışması
Ama bir ödül kazanmışlığım var ortaokulda şiir yarışmasında. Acayip bir şey yazdığımı hatırlıyorum; annemi Satürn’ün halkalarında fayton ile gezdirdiğim, Güneş dinlensin biraz diye karınca sırtında Dünya’yı yuvarladığım garip garip anlatımlarım vardı içinde. Zaten o şiirin ödüllük bir tarafı yoktu ama hayal gücüm sağolsun, o zamanlarda bile ilgiyi üzerimde toplamama yetiyordu.
Ama ben okul yolunda çekirge toplamaya çalıştığım için ödül törenine geç kalmıştım. Bahçeye girdiğimde ismimin mikrofona okunduğunu duydum. İlk defa elektronik ve yüksek bir sesle kendi adımı duymanın şoku ile kavrayamadım. Sıranın en arkasındakilerin elini kolunu sallayıp durması ile biraz ayıkır gibi oldum derken, yeni bir anons: “Şiir yarışması birincisi, 7G sınıfından Sercan Çetin!”
O nasıl bir histi, hala çok garipsiyorum. Saçlarımın kirpi okları gibi birbirinden ayrılarak elektriklendiğini hatırlayabiliyorum. Koşturarak çıktım merdivenleri, elimde bir kavanoz çekirge ile. Türkçe öğretmenim hem gururdan hem de üç anonstur benim ortaya çıkmayışımdan kasılmış kalmış. Elimdeki kavanozu alelacele alıp bir saksı dibine fırlattı. Kolumdan tuttuğu gibi kürsü başına sürükledi ve mikrofonu eline alarak beni tekrar anons etti. Ben de beş numara, kalın çerçeveli hipermetrop gözlüklerimi düzelttim.
Bir alkış koptu orta derecede. Nereden baksan 300 öğrenci var, hepsi bana bakıyor. Mikrofon bana verildi, sözde bir konuşma yapmam bekleniyor. Mümkün mü Allah aşkına? Her gün sahneye mi çıkıyorum, ne aklım başımda, ne dilimde bir söz var ne de ciğerlerimde bir damla nefes… Bana bakan kalabalığa baktım, onlar zaten bana bakıyorlardı. Pür dikkat bana bakan bir kalabalıktan yüksekte olmak ya da yüksekte olduğum için bana bakan bir kalabalığın olması ya da her ikisi birden… Bilemiyorum ama o an benden büyük hiç kimse yokmuş gibi hissettim. Tek bir kelime edemedim ama zafer kazanmış bir Roma komutanı gibi sağ elimi yumruk yaparak havaya kaldırdım. Kıyamet koptu :)... Islıklar, alkış tufanı, adımı haykıran bir sınıf…
O kadar net hatırlıyorum ki hala, sanırım egomdan korkmamın en büyük sebebi bu hatıra. Çünkü bayıldım, çok sevdim, o ilgiye aşık oldum ve hiç bitmesin istedim. Bu hatıra kendimi tanımak ve kendimi bilmek ile ilgili mihenk taşım oldu her zaman. Bunu istediğimi ve aynı şekilde bunu kontrol etmem gerektiğini çok iyi biliyorum. Üzerine bir zarafet giydirmezsem sonunun sefalet olacağına halen daha eminim.
Güzelce paketlenmiş bir hediye de aldım yarışmanın birincisi olarak. Bir kitap olduğunu biliyordum ama akşam eve gidene kadar açmadım. Bütün günüm arkadaşlarımdan gelen tebrikleri kabul etmek ve böbürlenmiyormuş gibi yaparak kibirlenmekle geçti. Tadını çıkarabildiğim kadar çıkardım küçük şöhretimin çünkü gerçekten çok tatlıydı, lezzetliydi, enerji doluydu ve doyumsuzdu.
Şiirden Çok Daha Fazlası
Eve gittiğimde açtım yaldızlı kırtasiye kağıdına sarılmış paketi: Edmondo De Amicis’ten Çocuk Kalbi isimli roman. İsmi dikkatimi anında yakaladı ve okumaya başladım. Okudum, okudum, okudum… Okudukça bir şey hissetmeye başladım. Tanımlayamadım, dikkatimi hususi olarak üzerine vermedim ama güzel mi güzel bir his kapladı her yanımı: kayıyordum. Sürekli aşağı doğru, eğlenceli bir ivme ile ama güvenli bir hızda kayıp gidiyordum. Köydeki akrabalarımızın çocukları ile meranın yüksek ucundan, uzun çimenlerin sürtünmesizliğinden yararlanarak, fırın sinileri ile kaydığımız gibi bir duygu içinde olduğum için tam olarak böyle isimlendirebilirdim gerçekten o gün bana sorsan: kayıyordum.
Bugün o duygunun adının “akış” olduğunu biliyorum. Ama Aferin bana, çok yakın bir isim değil mi benim bulduğum? Bence başarılı! :)... Şiirle olan en yakın bağım o gece koptu. Asla şiir gibi değildi, bir yükselip bir alçalmıyor, satır sonlarına kadar sakin gelip sonunda düşüp patlamıyordu. Bir dere, bir ırmak gibi hiç durmadan akıyordu. Hiç durmadan aktığı için köpükler, yosunlar, çalı çırpı birikintileri yoktu. Berrak, serin ve enerjik. Böyle anlatabilmek, böyle yazabilmek aşkı sanırım o gece düştü gönlüme.
Anlatma konusunda her ne kadar akranlarım arasında pek iyi durumda olsam da takıldığım, tökezlediğim ve şaşırdığım çok oluyordu. Öyle konuşabilse ve öyle yazabilse insan, ne güzel olurdu.
Her şeyin süregidenini sevmem de bundandır belki de. Yolu severim mesela, varmayı değil. Yürümeye bayılırım, durmak pek sıkıntılı gelir. Ayık olmalı insan, her zaman, her daim. Ayık olmalı ki uykusu da boşa gitmesin. Akmadı mı insan, yosun tutar gibi hissederim. Akmak lazım, ilerlemek, devam etmek… Yaşamak…
Hamd Allah’a mahsustur: Yaşadığım için çok teşekkür ederim.
Çok Şey İstediğimin Farkındayım
Bir de koksun isterdim yazdıklarım. Okuyunca, satırlarda gözleri ile koklayabilsin anlatılanları insanlar. Yol gibi koksun, aşk gibi… Tarif edilemesin ama güzel olduğunu herkes bilsin. Sihir gibi… Yakalasın ve ele geçirsin ama bırakmayan yazı değil, bırakamayan okuyucu olsun. Tutsak etsin, salıvermesin ama içeri tıkan yazı değil, içinden çıkamayan okuyucu olsun. Davet etsin, buyur etsin ama yazı ev sahibi değil misafir olsun. Yüreğe otursun ama hiç ağırlık yapmasın, ölene kadar okuyucuda kalsın, her fırsatta dilinden aksın. Cezbedici olsun aynı bir kıvılcım gibi, okuyanı tutuştursun, yaksın, kül etsin ama hiç acıtmasın.
Hikmetli olsun, ferasetli olsun, melodik, ahenkli, büyüleyici olsun. Okuyan mest olsun. Samimi ve aydınlık bir tebessüm gibi olsun, mutlu etsin. Düşündürsün ama anlaşılmaz olmasın, tesellide sabırlı, sevgide cömert, hassasiyetinde özenli olsun. Kalbi saran bir battaniye olsun ama her ipliği altından, gümüşten olsun, sardığını ısıtsın, şifalandırsın. Okuyan aşık olsun, aşıklar birbirine okutsun.
Bir mücevher gibi olsun; nadir, narin ve nazik. Nur olsun akılları ışıtsın, bir seda olsun sessizlerin yürekleri ile konuşsun.
Doğruluk olsun, esenlik olsun, yardım olsun, iyilik olsun, hizmet olsun…
Çok şey istediğimin farkındayım. Tam da bu farkındalıkla herkesin az bi’ şey istememesi gerektiğini düşünüyorum. Sen de, ben de, herkes, hepimiz isteklerimizi az ve kısıtlı tutmamalı, hak ettiğimizi anlamalı, hakkımız olana kavuşmalıyız.
Velhasıl kelam: Bir şeyler yazmayı, herhangi bir sınırlama ya da başlık olmadan Sercan gibi anlatmayı o kadar çok istiyorum ki, bilemezsin :)... Ricamdır; okursan, beni dinler ve benimle konuşursan çok ama çok mutlu olurum.
Sevgilerimle…