Arayışa ve Bilmeye Açılan Tek Kapı: Bilmiyorum / Sadhguru 2023 - 01
Mysore şehrinde bir gelenek vardır. Yapacak bir şeyiniz varsa Chamundi Tepesi'ne çıkarsınız. Ve eğer yapacak bir şeyiniz yoksa, yine Chamundi Tepesi'ne çıkarsınız :). Eğer aşık olursanız, Chamundi Tepesi'ne çıkarsınız. Ve eğer aşktan vazgeçerseniz, yine Chamundi Tepesi'ne çıkmanız gerekir :).
Bir öğleden sonra, yapacak hiçbir şeyim yoktu ve kısa süre önce aşktan vazgeçmiştim, bu yüzden Chamundi Tepesi'ne çıktım.
Motosikletimi park ettim ve yokuşun yaklaşık üçte ikisinde bir yerde bulunan bir kaya parçasının üzerine oturdum. Burası benim "tefekkür kayam"dı. Bir süredir öyleydi. Mor bir dut ağacı ve bodur bir banyan, kaya yüzeyindeki derin bir yarığa inatçı kökler salmıştı. Önümde panoramik bir şehir manzarası uzanıyordu.
O ana kadarki deneyimime göre bedenim ve zihnim "ben", dünya ise "dışarıda" idi. Ama birdenbire neyin ben olduğunu ve neyin ben olmadığını bilmiyordum. Gözlerim hala açıktı. Ama soluduğum hava, üzerinde oturduğum kaya, etrafımdaki atmosfer, her şey ben olmuştum. Ben olan her şeydim. Bilincim yerindeydi ama duyularımı kaybetmiştim. Duyuların ayrımcı doğası artık mevcut değildi. Ne kadar çok anlatsam o kadar çılgınca gelecek çünkü olan şey tarif edilemezdi. Ben olan şey kelimenin tam anlamıyla her yerdeydi. Her şey tanımlanmış sınırların ötesinde patlıyordu; her şey başka her şeyin içinde patlıyordu. Mutlak mükemmelliğin boyutsuz bir bütünlüğüydü.
Benim hayatım sadece o andır, zarafetle devam eden...
Normal hislerime döndüğümde, sanki sadece on dakika geçmiş gibi hissettim. Ama saatime baktığımda saatin akşamın yedi buçuğu olduğunu gördüm! Dört buçuk saat geçmişti. Gözlerim açıktı, güneş batmıştı ve hava karanlıktı. Tamamen farkındaydım ama o ana kadar kendim olarak gördüğüm şey tamamen yok olmuştu.
Hiçbir zaman ağlamaklı bir tip olmadım. Yine de burada, yirmi beş yaşımda, Chamundi Tepesi'nde bir kayanın üzerinde, gözyaşlarım akacak ve tüm gömleğim ıslanacak kadar kendinden geçmiş bir haldeydim!
Huzurlu ve mutlu olmak benim için hiçbir zaman bir sorun olmamıştı. Hayatımı istediğim gibi yaşamıştım. Altmışlı yıllarda, Beatles ve blue jean çağında büyümüş, Avrupa felsefesi ve edebiyatından payıma düşeni -Dostoyevski, Camus, Kafka ve benzerlerini- okumuştum. Ama burada, hakkında hiçbir şey bilmediğim bambaşka bir varoluş boyutunda patlıyor, daha önce hiç bilmediğim ya da mümkün olduğunu hayal etmediğim yepyeni bir duyguya -bir coşkuya, bir mutluluğa- kapılıyordum. Şüpheci zihnimi buna uyguladığımda, zihnimin bana söyleyebileceği tek şey, belki de aklımı kaçırdığımdı! Yine de o kadar güzeldi ki onu kaybetmek istemediğimi biliyordum.
O öğleden sonra neler olduğunu hiçbir zaman tam olarak tarif edemedim. Belki de bunu anlatmanın en iyi yolu, yukarı çıktım ve aşağı inmedim. Hiç inmedim.
Hindistan'ın güneyinde, sarayları ve bahçeleriyle bilinen, eski bir başkent olan şirin bir prenslik şehri olan Mysore'da doğdum. Babam bir doktor, annem ise ev hanımıydı. Dört kardeşin en küçüğüydüm.
Okul beni sıkıyordu. Sınıfta oturmayı imkansız buluyordum çünkü öğretmenlerin kendi hayatları için hiçbir şey ifade etmeyen şeyler hakkında konuştuklarını görebiliyordum. Dört yaşındayken her gün, sabahları bana okula kadar eşlik eden dadıma beni kapıya kadar bırakmasını ve binaya girmemesini tembihlerdim. O gider gitmez, inanılmaz bir yaşam çeşitliliğiyle dolup taşan yakındaki kanyona dalar giderdim. Babamın ecza dolabından aldığım şişelerde böcekler, kurbağa yavruları ve yılanlardan oluşan geniş bir kişisel hayvanat bahçesi biriktirmeye başladım. Ancak birkaç ay sonra ailem okula gitmediğimi fark ettiğinde, biyolojik keşiflerimden hiç etkilenmemiş görünüyorlardı :). Sık sık olduğu gibi, sıkıcı ve hayal gücünden yoksun olarak gördüğüm yetişkin dünyası tarafından engellendiğimde, dikkatimi başka yöne çevirdim ve yapacak başka bir şey buldum.
Daha sonraki yıllarda günlerimi ormanda dolaşarak, yılan yakalayarak, balık tutarak, yürüyüş yaparak ve ağaçlara tırmanarak geçirmeyi tercih ettim. Beslenme çantam ve su şişemle sık sık büyük bir ağacın en üst dalına tırmanırdım. Dalların sallanma hareketi beni uykuda olduğum ama aynı zamanda da uyanık olduğum bir trans haline götürürdü. Bu ağaçta tüm zaman duygumu kaybederdim. Sabah dokuzdan akşam dört buçuğa, zil çalıp okul bitene kadar orada tünemiş olurdum. Çok sonraları, hayatımın bu aşamasında farkında olmadan meditatif olmaya başladığımı fark ettim. Daha sonra, insanlara ilk meditasyonları öğrettiğimde, bunlar hep sallanma meditasyonlarıydı. Elbette bu noktada "meditasyon" kelimesini duymamıştım bile. Sadece ağacın beni uyku ve uyanıklığın ötesinde bir duruma getirme şeklini seviyordum.
Sınıfı sıkıcı buluyordum ama diğer her şey ilgimi çekiyordu - dünyanın oluşumu, arazinin fiziksel yapısı, insanların yaşam biçimi. Kırsal kesimde çamurlu yollarda bisikletimle günde en az otuz beş kilometre yol alırdım. Eve döndüğümde çamur ve toz tabakasıyla kaplanmış olurdum. Seyahat ettiğim arazinin zihinsel haritasını çıkarmaktan özellikle keyif alırdım. Yalnızken gözlerimi kapatıp o öğleden sonra gördüğüm tüm manzarayı -her bir kayayı, her bir çıkıntıyı, her bir ağacı- yeniden çizebilirdim. Farklı mevsimlerden, toprağın sürüldüğünde, ekinler filizlenmeye başladığında nasıl değiştiğinden büyülenmiştim. Beni Thomas Hardy'nin eserlerine çeken de buydu: sayfalar boyunca devam eden İngiliz manzara tasvirleri… Ben de kafamda etrafımdaki dünya ile aynı şeyi yapıyordum. Bugün bile kafamın içinde bir video gibi. İstersem her şeyi, yıllar ve yıllar boyunca gözlemlediğim her şeyi canlı bir netlikle yeniden oynatabilirim.
Sıkı bir şüpheciydim. Beş yaşındayken bile ailem tapınağa gittiğinde sorularım vardı, hem de çok. Tanrı kimdir? O nerede? Yukarıda mı? Yukarısı neresi? Birkaç yıl sonra daha da fazla sorum vardı. Okulda gezegenin yuvarlak olduğunu söylüyorlardı. Ama eğer gezegen yuvarlaksa, hangi yönün yukarı olduğunu nasıl bilebilirdik? Kimse bu sorulara cevap veremedi, ben de tapınağa hiç girmedim. Bu da beni dışarıdaki ayakkabı görevlisinin gözetimine bırakmak zorunda kaldıkları anlamına geliyordu. Görevli beni kolumdan siper gibi tutuyor, işini yaparken beni de yanında çekiştirip duruyordu. Başka bir yöne bakarsa gideceğimi biliyordu! Hayatımın ilerleyen dönemlerinde, restoranlardan çıkan insanların yüzlerinin tapınaklardan çıkanlara kıyasla her zaman daha neşeli olduğunu fark ettim. Bu ilgimi çekmişti.
Yine de şüpheci olsam da hiçbir zaman bu etiketle özdeşleşmedim. Her şey hakkında pek çok sorum vardı ama hiçbir zaman bir sonuca varma ihtiyacı hissetmedim. Hiçbir şey hakkında hiçbir şey bilmediğimi çok erken fark ettim. Bu da etrafımdaki her şeye muazzam bir dikkat gösterdiğim anlamına geliyordu. Biri bana bir bardak su verse, hiç durmadan ona bakardım. Elime bir yaprak alsam, ona da durmadan bakardım. Bütün gece karanlığa bakardım. Bir çakıl taşına baksam, görüntü zihnimde durmadan dönerdi, böylece her tanesini, her açısını bilirdim.
Ayrıca dilin insanlar tarafından tasarlanmış bir komplodan başka bir şey olmadığını gördüm. Biri konuştuğunda, onun sadece sesler çıkardığını ve benim de anlamlar uydurduğumu fark ettim. Böylece anlamlar uydurmayı bıraktım ve sesler çok eğlenceli hale geldi. Ağızlarından çıkan kalıpları görebiliyordum. Bakmaya devam edersem, kişi parçalanıyor ve bir enerji damlasına dönüşüyordu. O zaman geriye kalan tek şey kalıplardı!
Bu mutlak sınırsız cehalet durumunda, hemen hemen her şey dikkatimi çekebilirdi. Bir doktor olan sevgili babam psikiyatrik değerlendirmeye ihtiyacım olduğunu düşünmeye başladı. Onun sözleriyle, "Bu çocuk gözünü kırpmadan sürekli bir şeylere bakıyor. Aklını kaçırmış!" Dünyanın "bilmiyorum" halinin enginliğini fark etmemesi bana hep tuhaf gelmiştir. Bu durumu varsayımlarla yok edenler muazzam bir olasılığı, bilme olasılığını tamamen kaçırırlar. "Bilmiyorum"un arayışa ve bilmeye açılan bir kapı, tek kapı olduğunu unutuyorlar.