Header Ads

Mıknatıs ve Samanlıkta İğne Aramak / Beden - Zihin - Ruh 06


Dün ne konuştuğumuzu hatırlıyor musun? Nedenini nasılını düşünmeden tam bir teslimiyet ile OLmuş olarak düşünce ve duygu enerjisi oluşturmak. Burada dikkat etmeni istediğim nokta şu: OLmuş "gibi" demedim farkındaysan OLmuş olarak dedim. Çünkü "gibi" de hala bir olmama ihtimali barındırıyorsun demektir. Bu da hala teslim olmadın demektir. 

Bu kurban adamaya benziyor. "Allah'ım bir evim olsun koç keseceğim!"... Evin olmazsa?... Kesmeyeceksin yani. Koç için fatura falan da istiyor musun peki? :)... Teslimiyet böyle olmaz işte. Duanı ve niyetini ettin, öylesine güven ki artık Rabb'ine OLduğunu bil çoktan. E, oldu ise madem, gözünle görmeden ya da zamanı gelmeden şükretmen, minnettar olman, sevinmen, mutlu olman, hamd etmen, secde etmen, o koçu en başta kesmen gerekmez mi? Bunlar da gerekir, böyle inanmak ve böyle güvenmek de gerekir. 

Aksi takdirde sen hala bilinmeyene, belirsizliğe bırakamadın kendini demektir. Hala bi' gözümle göreyim, elimle tutayım, kulağımla duyayım demektesin. Bu güvenmek değil garanticiliktir. Kime karşı sağlamcı davrandığının farkında mısın? Kime karşı kendini sağlama aldığının farkında mısın? Peki bu durumda Canım Allah'ıma ne muamelesi yaptığının farkında mısın? Ev istiyorsan emlakçı, para istiyorsan veznedar, mal istiyorsan nakliyeci... Ne yani ben önce malları göreyim evrakları sonra imzalarım demeye mi getiriyorsun?...

Ah! ki ne Ah!... Sonra da dualarımı bir türlü kabul etmiyor diye O'nu suçlu çıkarırsın, fıstık yeşili ile birlikte tam olur. Aman ne güzel teslimiyet... Biraz keskin konuştuğumu düşünebilirsin ama bu minnettar olmak için sebep ve sonuç bekleme konusu neredeyse herkes tarafından gözden kaçırılan bir husus, buna dikkatini çekmem gerekiyordu.

Belirsizliğe güvenmemek, bilinmeze ve hiçliğe yönelmemek aslında yaptığımız en büyük saçmalıklardan biri. Neden? Şöyle düşün: Madde dediğimiz şeyin aslında sadece 10 milyonda birinin fiziksel olduğunu geriye kalan 9 milyon dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuzunun boşluk, hiçlik, belirsizlik olduğunu konuşmuştuk ya. E, sen daha çok para mı istiyorsun diyelim; o paranın da o para için yapabileceklerinin de aslında 10 milyonda biri sadece fiziksel madde dediğimiz şey, geri kalan, evet bir daha söyleyeceğim :), 9 milyon dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuzu boşluk, hiçlik ve belirsizlik. Biz basbayağı samanlıktaki iğneye odaklanıyoruz. Zor olanın peşindeyiz yani.

Peki nedir bu fiziksel olmayan kısım? Ne vardır, ne içerir? Biz boşluk ve hiçlik olarak tanımlıyoruz ama tabii ki boşluk ya da yokluk değil. Ben söyleyeyim; Allah'ın rahmetidir, saf ve koşulsuz sevgidir. Ve bu rahmet, bu koşulsuz sevgi her zerrenin her yerine nüfuz ettiği için tüm tezahürlerin de altın anahtarıdır.

Bunu bildiğini düşünüyorum: (Allah'ın selamı ve rahmeti O'nun üzerine olsun) Peygamber Efendimiz miraçta iken kendisine engin ve her yönden ufka uzanan bir deniz gösterilmişti de bu engin denizin ortasında tek bir ağaç vardı. İşte o ağaç dünyayı temsilen on milyonda birlik fiziksel madde iken o deniz de Allah'ın rahmeti idi. Böylesine engin bir rahmet varken ağaçtan medet ummak sanırım akıllıca olmayacaktır. Dolayısı ile her ne yaparsak yapalım önceliğe sevgiyi koymak, önce sevgi çerçevesinde düşünmek ve eyleme geçmek, sevgi ile hareket etmek bizi kurtaracak olan şeydir. İşte Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmak dediğimiz yüce halin başlangıcı bu düşünce tarzı ve yaşam anlayışıdır.

Tam da bu noktada Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmak demişken, çok ince ve aydınlatıcı olacağını düşündüğüm bir noktaya değinmek istiyorum. Tüm spiritüel öğretilerde benim de sık sık kaçınmanı önerdiğim bir varış noktası var: "Hepimiz yaratıcılarız" ya da "hepimiz bir tanrıyız." Önünde sonunda buraya varılmasının nedeni, daha önce de bahsettiğim gibi sonsuzu kaça bölersen böl sonsuz etmesi. Bizler halife olarak evet, kişisel gerçekliğimizin tezahürü üzerinde etki sahibi olabilecek, kendi kişisel gerçekliğimizi meydana getirebilecek beceri ve donanımda yaratıldık. Ama burada "yaratıldık" ve "donanım" kelimelerine özellikle dikkat etmeni istiyorum. Yaratan Allah ve bu donanım da O'nun bize verdiği beceriler. Ve bu becerilerin gelişmesi O'nun ahlakı ile ahlaklanmak ile mümkün.

Bir mıknatıs düşünmeni istiyorum. Çok büyük ve kuvvetli bir mıknatıs. Bir de saf demirden oluşan bir metal küre. Bu metal küre o mıknatısın çekimi ile hareket edebilir. Burada hareket eden demir küredir ama mıknatısın çekim gücünü kullanabilecek bir donanım ve yeterlilikte olduğu için hareket edebilir. Yani asıl güç ve kaynak irade aslında mıknatıstır. Demir o mıknatısa uyumlu olmasından dolayı hareket etme kabiliyetine sahiptir. Mıknatıs olmasa hareket edemez. Yani mıknatıslığı tamamen kendi has özelliği olan külli irade Allah'tır. Ferromanyetik özelliğe sahip olarak, mıknatısını kuvveti ile hareket edebilecek olan halife insandır. 

Peki bu demir kürenin hareket kabiliyeti neye göre kuvvetlidir. Mıknatısa ne kadar benzediğine göre. Sen bu demir küreye bakır, plastik, alüminyum karıştırırsan bu kabiliyeti karışımın miktarı ile orantılı olarak zayıflar. 

Şimdi sen ne bulursan yersen, alkolü sigarayı kendine emzik edersen, ekmeği, şekeri, kahveyi doldurursan bakırı ekledin demektir. Bu sadece beden kısmı. Bütün gün o karamsarlıktan bu kedere, şu olumsuzluktan bu ümitsizliğe koşup durursan plastiği ekledin demektir. Bu da zihin kısmı. Seni hiç ilgilendirmese bile onu yargıladın, bundan şikayet ettin, yalan desen cümlenin sonundaki nokta gibi olmuş ise karıştırdın alüminyumu demektir. Böylece ruhunu da kirlettin. Sonra da "hayatımda hiçbir isteğim gerçekleşmiyor..." Burada mıknatısın ne suçu var?

Ama tertemiz gıdalardan yesen, helalden uzaklaşmasan, aslında hiç ihtiyacın olmayan o ambalaj güzellerinden uzak dursan, demiri saflaştırdın demektir. Tam teslim olsan, her şeydeki hayrı görsen, benim Rabb'im en güzeldir, en güzelini ve en doğrusunu O bilir desen nikel alaşımı ile kuvvetlendin demektir. Daha önce de olmazsa olmaz diye konuşmuştuk seninle, şu yalan, yargılama ve şikayeti bıraksan kobalt alaşımı ile süper manyetik bir hale geldin demektir. Sonra "Ulan ne ballı adama ha! Ne istese ayağının dibinde bitiyor..." Kulağa çok güzel gelmiyor mu? 

Şimdi bir adım daha ileri gidelim. Mıknatıs dediğimiz şey zaten ferromanyetik özellikli elementlerin elektrik yükleri düzenlenmiş halde bileşiminden meydana gelir. Demir de ferromanyetiktir, aynı nikel ve kobalt gibi. Biliyorsun ki sen de ben de, her birimiz Allah'ın isimlerinin birer birleşimiyiz. Tüm kainat da aynı şekilde ama diğer yaratılmışlarda bu isimler sınırlı halde iken biz de, O'nun zatına ait olanlar hariç tüm isimlerin bir birleşimi var. yaratılmışların en seçkini (eşref-ül mahlukat) olmamız da buradan kaynaklanıyor. Mıknatıs ve demir, nikel, kobalt gibi. Yani demir, nikel ve kobalt da kendi çapında bir mıknatıs olabilir. İşte insanın da Allah'ın ahlakı ile ahlaklanması ile metalin mıknatısa doğru benzemesi gibi tezahür yeteneği gelişir.

Nefs-i mutmainne'ye kadar tertemiz olur, mıknatısın kudreti ile tezahürü mümkün kılar, mutmainne sonrasında ise artık kendisi (cüz-i, küçük) bir mıknatıs olmaya başlar ve niyeti, duası ile tezahüre vesile olur. Bizim mucize, keramet dediğimiz haller budur. İşte şimdi hadis-i kutsi'yi hatırlamanın tam zamanı:

Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha hoş olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder. Sonunda onu severim. İşte o zaman onun işiten kulağı, gören gözü, sımsıkı tutan eli, yürüyen ayağı mesabesinde olurum. Benden bir şey isterse bunu ona "mutlaka veririm." Bana sığınırsa onu "mutlaka korurum"...

Allah senin gören gözün derecesinde olduğunda kimseciklerin göremediklerini de görebilirsin elbette. Allah senin işiten kulağın yakınlığında olduğunda kimselerin duyamadıklarını da duyarsın elbette. Senin tutan elin, yürüyen ayağın seviyesinde seni kendine yaklaştırdığın da istediğine gücün yeter, kimse de seni yıkamaz elbette. "Mutlaka veririm" ve "mutlaka korurum" ifadelerine özellikle dikkat etmeni istiyorum. Bunun ne demek olduğunu tecrübe edebilmiş olsak şu anda sevinçten ölmemiz lazım ama şimdilik, kavrayabildiğimiz bu mutluluk bile içimizde kelebeklerin uçuşmasına yetiyor. 

Şimdi bir ilginç mesele daha var, yine mıknatıs üzerinden anlatacağım. Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmanın demirin mıknatısa ne kadar benzediği ve demirin nasıl (cüz-i, küçük) bir mıknatıs haline gelebileceği ile benzeştiğini anladığına göre, soru şu: "Demir, nikel ya da kobalt (burada bu bizler, insanoğlu oluyoruz) nasıl mıknatıs olur?" Bunun için bilimsel 4 yöntem var. Ben bunları öğrendiğimde ve tasavvufi öğreti ile benzerliğini fark ettiğimde ağzımın açık kaldığını dün gibi hatırlıyorum:

Madde 1: Demiri mıknatısın manyetik alanı ile paralel bir şekilde yerleştirmek ve o düzene uyum sağlayana kadar o etkide tutmak. Bu en başından beri anlattığım ve senin de takip etmeni istediğim Allah'ın ahlakı ile ahlaklanmak dediğimiz, dosdoğru yol (sırat-ı mustekim) üzere olmak dediğimiz şey.

Madde 2: Mıknatısın kutuplarının yönüne paralel olacak şekilde bulunan bir demire "çok şiddetli bir darbe" ile vurmak. Bu da neden uyanışların sürekli ya da genellikle ıstırap ve acılardan sonra geldiğinin bir açıklaması. Biz dosdoğru yola girmez isek bizi bizden çok düşünen Rabb'im, bize rağmen bize tenezzül eden Allah'ım, bela dediğimiz şey ile yolumuzu böylece doğrultuyor.

Madde 3: Başka bir mıknatıs ile birleştirmek, dokundurmak. Bu da işte evliyanın, mürşidlerin ne olduğunu pek bir güzel anlatır. İrşad ve rüşd kelimelerini köküne baktığında doğru yolu bulma, doğru yöne dönme, olgunluk ve "kararlı hale gelme / getirme" anlamlarını bulduğunda ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksın. 

Madde 4: Maddeyi çok yüksek sıcaklığa kadar ısıtma ve soğurken mıknatısın kutuplarına göre yerleştirip uygun bir elektron dizilimine gelmesini beklemek. E, işte, bu dünyada kendimizi doğrultmazsak sonrasında olacaklardan da haberin vardır herhalde.

Şimdi, benzerlik konusunun ne kadar önemli ve etkili olduğunu anladığına göre neden madde düzeyinde zıt kutuplar birbirini çekerken tezahür bilincinde benzerin benzeri çektiğini de az çok anlamış olmalısın. Burada kabiliyetlerin birbiri ile örtüşmesi, senkronize olması ve çakışması bizim istediğimiz şey. Ve daha önce yine konuştuğumuz gibi, tevafuk dediğimiz de senin isteğinin titreşimi ile sonsuz olasılık içindeki bir gelecek versiyonunun çakışması hali. 

Yani sen düşüncelerin, duyguların, enerjin ve bu bağlamda bedeninin OLma hali ile ne veriyorsan sonsuz olasılıklar alanına, onu geri alacaksın. Çevrene ne veriyor ve çevrenden sana ne yansıyorsa o sende tezahür edecek. Git bir çiçeği sev, ağacı sula, hayvanları besle, komşuna selam ver, arkadaşına gülümse dediğimiz dediğimiz zaman bize "sevgi pıtırcığı" ya da "minnoş" diyenler var ya... Ha! İşte onlara da gülümse, sana en çok bu yakışır. 

Doğduğumuzdan beri madde unsurları ve etkileri yönünden eğitildik. Bu yüzden maddenin ötesinde, eşyanın ardında muazzam bir alem olduğuna, tüm fiziksel tezahürlerin o alandaki enerjiler arasından seçilip maddeleştiğine, bunu yapabilecek donanımızın olduğuna bırak başkasını, insanın kendini ikna etmesi bile çok zor ve uzun zaman alıyor. Ama, bir de melekler var di' mi? Onlar da yaratıldığı andan itibaren tüm evrensel düzenin bir enerji kompozisyonu olduğunu bildikleri için onlar bunu hiç garipsemiyorlar. Çünkü onlara bildirilen ve öğretilen melekler alemi, Adem'e öğretilen ise eşya... Onlara sorulduğunda da eşyayı bilememişler, "şunların isimlerini bana söyleyin o zaman" dendiğinde hiçbir cevap verememişlerdi. Burada bizim şerefimiz şu ki, melekler bildirilenin dışındakini bilemezler ama biz "Alim" esmasının tecellisi ile öğrenme, bilme kabiliyetine sahibiz. Kim ne derse desin, henüz yeri ve zamanı belli olmayan tüm olasılıklar mevcut ve biz onların içinden, kendi kabiliyetimize ve yeterliliğimize göre, istediğimiz bir gelecek versiyonunu seçebilme, fiziksel maddeye, yer ve zamana çekebilme, tezahür ettirebilme donanım ve becerisine "izin verilmiş", yaratılmışların en seçkini (eşref-ül mahlukat) olan insanız. Yani, bu tarif ettiğim insan olabiliriz. Öğrenmeye devam :)...

Öğrenmek demişken, öğrenmek zor iş. En çok da olmamak istediğimiz şeyleri öğrenek zor. Mutsuz olmamayı, yoksul olmamayı, karamsar olmamayı, kaygılı olmamayı öğrenmek zor.

Ama garip olan şu ki; mutsuz, yoksul, karamsar ve kaygılı olmayı sonradan öğrendik. Bebekleri gözlemlersen böyle şeyleri hiç bilmediklerini görürsün. Tüm bu olumsuz duygu durumları hayat maceramız içinde madde ile olan ilişkilerimiz esnasında sonradan öğreniriz. Çünkü Rabb'ini bilen özün yaratılışında sırf bu biliş sayesinde her daim mutludur. Tüm bolluğun ve bereketin kaynağının Yaradan olduğunu bildiği için yoksulluk, her şeyin hayrını O'ndan bildiği için karamsarlık, önünde sonunda O'nun için ve O'na dönecek olduğunu bildiği için kaygı nedir bilmez. Bunlar hep, maddeye nazaran geliştirdiğimiz olumsuz duygu durumlardır. Dolayısı ile asıl yapmamız gereken öğrenmek değil yeniden hatırlamaktır.

Ama zor olan şu ki çok uzun yıllardır, artık beden-zihine dönüşmüş bir yapıdayız. Alfabeyi ilk öğrendiğin zamanı düşün, yazmayı ilk öğrendiğin zamanı... "Küçük a" harfini yazmayı öğrendiğinde ne yapıyordun? Önce bir çember sonra onun sağına düz bir çizgi. "Küçük b" için; önce uzun dik bir çizgi, sonra onun sağına ve aşağıya bir çember. Böyle böyle 29 harf için bir büyük bir küçük olanını tek tek öğrendin ve her biri için tek tek düşünerek yazıyordun en başlarda. Şimdi yazarken tek bir an bile düşünüyor musun yoksa hiç düşüncesiz yazabiliyor musun? İşte böylesine mükemmelleşmiş duygu-durum alışkanlıklarımız var. Ve çözüm yine aynı şekilde tek tek harfleri öğrenir gibi tekrar üstüne tekrar etmek. Ama iyi haber şu, tekrar ettikçe hem daha kolay olacak hem de bir süre sonra hiçbir düşünce ve çabaya gerek olmadan mutlu, pozitif ve kaygısız olabilirsin. Unutma, senin orijinal ve olağan halin mutlu ve sevgi dolu. 

Sadece hatırlat özüne.

Blogger tarafından desteklenmektedir.