Header Ads

Ye İç Yat, Oh Ne Rahat / Frekanslar Hakkında Her Şey 17


Spirituel gelişimde en çok ihmal edilen ve aslında ihmal edilmek istenen konuya geldik. Yeme içme meselesi. Bu konu ruhsal gelisim ile pek alakalandırılmak istenmez. Üzerinde biraz fazla durulduğu zaman da sinirler gerilir, moraller bozulur, ortalık karışır :).  

Peki neden? Çünkü ruhsal gelişim arayışındaki insan, adı üstünde arayış içindedir ve yolculuğu devam ediyordur. Bu da henüz tamamlanmadığını dolayısı ile dünyaya ve maddesel unsurlara daha  çok bağlı bir durumda olduğuna işaret eder. 

Yemek ve içmek bu bağlılıkların ne yazık ki en büyüğüdür ve en çok düşülen tuzaktır.  Bir insanı dünyaya hayran etmek için yapılacak en kolay işlerden biri ona daha önce yemediği bir yiyecek göstermek, o yiyeceğe bilmediği havalı bir isim vermek ve lezzetli olduğunu iddia etmektir. Hele bir de bir kaşık tatmasına izin verirsen, tamam. Artık en büyük ideali o yemeği yemek oluverir... 

Böyle anlatınca çok onur kırıcı gibi geliyor değil mi? Ama daha önce de dediğim gibi ben itirafları da itiraf edenleri de severim. Haydi gel itiraf edelim yemek olmadan bir hiçiz... 

Şöyle bir düşünelim: Bir arkadaşın ile hafta sonu buluştuğunda, bir yerlerde bir şeyler mi içersiniz? Birlikte bir yemek mi yersiniz? Yoksa bir çay ya da kahve eşliğinde bir tatlı mı yersiniz konuşurken?  Ya da uzun zamandır gorüşmediğin bir arkadaşın ile karşılaştığında ona "Gel sana bir yemek ısmarlayayım" mı dersin yoksa "Gel sana cok iyi bir kitap alayım" mı dersin? Ahahahaha... Hayır, kitap alayım demeyi bir denesene. Nasıl bir tepki alacağını ben de çok merak ettim :). 

Şöyle de düşünebilirsin: Hafta sonu birkaç dost aile vakit geçirmek istediniz. Önce ne ayarlanır: mangallıklar... Mangaldan iyi anlayan adam diye bir ünvan var, düşünebiliyor musun? Toplumsal bir statü, bir ayrıcalık: "mangaldan iyi anlayan adam." Şöyle bir plan yapamazsınız mesela: "Hafta sonu birlikte toplanalım, hep birlikte biraz konuşalım, birbirimize dertlerimiz ve sevinçlerimizi anlatalım, bir diğerinin sorunlarına yakın dostlar olarak çareler bulalım ve uygulayalım." Bunu dediğin anda herkesin bir işi çıkar, o hafta sonu müsait değildir hiç kimse. Haydi sen kurnazlık yaptın, önce bir yerlere gidelim diye herkesi ikna ettin, sonra da bu yemeksiz toplanma fikrini ortaya attın diyelim. Bu defa, sabah olmadan herkesin ya çok acil planlı olmayan bir işi çıkar ya da patron çağırır ya da memleketten ziyaretçisi gelir :). 

Daha örnek o kadar çok ki: İş yemeği diye bir şey var mesela. Yemeden hiçbir şey yapamıyoruz. Yemekli mevlit, cenaze yemeği, ölünün hayrına kıymalı pide, düğün yemeği, sünnet yemeği, yemekli toplantı ve iftar vermece yarışı... Hiçbirinin ihtiyacı olmayan, zaten her biri gelir sahibi olan ve hatta bir çoğu orta seviyenin üzerinde bir yaşam kalitesine sahip olan akraba ve iş arkadaşlarını toplayıp, aç olmayan karınlarını doyurmak ve bu besleme esnasında onlara iyi görünmek adına, yok ara sıcağı da olsun, yok dantelli peçete de olsun, vay anam bardaklar kristal olsun derken yüzlerce TL para harcamak ama Ramazan Ayı'nın son haftası kişi başı 25 TL fitre vermek.  Fakire 25 TL, lüks arabası ile kapının önüne kadar gelen iş arkadaşına kristal bardakta Ramazan şerbeti öyle mi? Bu ikilemler ile mi birliğe varacağız biz? 

Bak, bu konuşmamızın konusu değil ama ibadetlerin bile birçoğunun birlik için, bütünün hayrı için, Allah için yapılmadığına bir örnek vereyim sana. Ayasofya'mız ibadete açıldı biliyorsun. Çevrende beş kişi bul ve de ki: "Bir cuma günü toplanalım, birimizin arabası ile, benzin parasını ortak ödeyerek gidip Ayasofya'da namaz kılalım." Bunun için beş kişi bulmak çok kolay. Asıl bundan sonrası heyecanlı :). Ertesi gün o beş arkadaşına de ki: "Canım arkadaşlarım, buradan İstanbul'a git, gel, oralarda dolaş, yemesi içmesi derken kişi başı 250 TL para tutar. Ama Ayasofya'da namaz kılmak şart değil, inşaAllah bir gün yolumuz düşer Allah nasip eder kılarız, ama madem ki bu parayı gözden çıkardık, gelin şu 1250 TL'yi bir ihtiyaç sahibine, bir hastası olana, Lösev:e, çocuk esirgeme kurumuna ya da bir SMA hastasına bağışlayalım. Hiç kimsenin haberi olmadan online bile yapabiliriz." Bundan sonrası için hiçbir yorum ya da tahmin bile yapmıyorum. Dene de gör.

Ha, bu beni kesmez dersen, şunu da yapabilirsin; her sülalede çokça Hac veya Umre ziyareti yapan kişiler vardır. Onlardan birine git ve de ki: "Canım akrabam, Hac ibadeti hayatta bir defalık olarak farz. Gel ikinci defa Hac yapacağına o 35.000 avroyu ihtiyaç sahiplerine verelim. Bu para ile onlarca kişiyi hatta onların aileleri ile birlikte yüzlerce kişiyi mutlu edebilir, birçok pencerenin ardında neşeye, kahkahaya vesile olabiliriz." Ama bence bunu deneme bile, sonuçlarına karışmam, sakın beni suçlama sonra. Sen ilk anlattığım Ayasofya temelli hayal kırıklığı ile yetin bence :). 

Peki böyle bir durumda insanlar birinci senaryoya evet derken ikinci senaryoya yanaşmaz? Gayet açık ki ikinci senaryolar çok daha doğru ve iyilik dolu. Hemen söyleyeyim: İkincisi ile doğru düzgün övünemez de ondan. Gizli yapalım dersin işine gelmez, anlatmak ister ama kınanırım diye rahat rahat anlatamaz da. Bu da nefsin hiç işine gelmez. 

Hah! Buyur bakalım, konu yine döndü dolaştı, bizim eşşeğe geldi.Buradaki çift "şş" kasıtlı olarak kullanılmıştır :). Nefsin yaratıldığında Allah'a ne dediğini hatırlıyor musun?: "Ben benim, sen sensin." Nasıl bir cüret farkındasındır sanırım. Şeytan bile Allah'ın bir kulu olduğunu, aciz olduğunu biliyor ama sadece kibrine yenik düşerek isyan etme cürretini göstermişti. Ama kendisinin ne olduğunun farkındaydı ama nefs şeytana nazaran isyan değil inkar halinde yaratılmıştır. Ve "Ben benim sen sensin" deme cüretini gösteren nefs ne eziyetler çekti de bu sözünü tekrarlamaktan vazgeçmedi. Ta ki aç bırakılana kadar değil mi? Aç klınca ne dedi: "Sen benim Rabb-i Rahimimsin, ben de senin aciz bir kulunum." Şimdi anladın mı, neden löpür löpür yediğin o yemekleri yerken şöyle bir tarif kullanıyorsun: "Oh, Oh! Çok nefis!" Evet haklısın, çok "nefs"... :) 

Sen benim canım kardeşim, yol arkadaşım. Ben de seni zorlamak, sana ukalalık yapar gibi bu lakırdıları konuşmak istemem ama bunun lamı cimi yok, çok yemek demek frekansının dip yapması demek. Yoksa neden her sosyal faailiyetine bu yeme içme bulaştı sanıyorsun. Nefsin en çok yemeği sever. 

Evet nefsin lüks araba da ister ama o arabayı belki bir gün bir arkadaşına yardım için kullanırsın da bütünün hayrına olur. Evet, nefsin lüks ev de ister ama belki o evde bir gün bir tanrı misafiri ağırlasın da bütünün hayrına olur. Ama bir lokma senin ağzına girdikten sonra başkasının hayrına olma ihtimali kalmaz. Bu da onun en sevdiği cimriliktir, bencilliktir.

Şu yemek içmek için harcadığın zamanı, parayı, enerjiyi nerelere nerelere harcayıp, bu dünyada neler neler değiştirebilirsin bir düşün. Şu eşşeği besleme artık. Az yersen ölmezsin aksine daha sağlıklı olursun. Az yersen sen ölmezsin ama birçok can bu sayede yaşamaya devam edebilir. Az yersen bu kadar tüketim olmaz birçok cana yetecek birçok imkan kalabilir. Az yersen kendini büyük sanan birçok güç odağı gücünü kaybeder, zulmedemez hale gelebilir. Az yersen istek ve ihtiyaçlar birbirinden daha net ayrılabilir, bu anlayış tüm insanlığa yeni ufuklar açabilir. Az yersen sana birçok vakit kalır, kalan vaktin arttığı gibi daha da verimli olur, bu da tüm canlılığa hizmet için ne fırsatlar doğurur belki de hayal bile edemezsin.

Buddha nasıl aydınlanmıştı hatırla: o söğüdün altında 39 gün bir şey yemeden meditasyon yaptığında değil mi? İkimizde seviyoruz, Sadhguru nasıl aydınlanmıştı hatırla: O tepede 18 gün bir şey yemeden meditasyon yaptığında değil mi? Anadolu dergahlarında halvete giren dervişler karanlık hücrede aç susuz çile çekerler değil mi? Çile nedir, 40 demektir? 40 gün neredeyse hiç bir şey yemeden karanlıkta kalan derviş, özünü, ışığını bulmuş olarak uyanır orada. Tüm bunları uç örnekler olarak bulduysan haklısın evet uç, bizim varmak istediğimiz uç... Ama hadi daha bilindik bir şey hatırlatayım sana: "itikaf". Ramazan ayının son 10 gününde, karanlık, mümkünse penceresiz bir odada, mümkünse hiç çıkmadan, çok az yemek ile geçen bir dönem vardır. Tüm bunlar tesadüf olamaz değil mi? Hem hep demez miyiz: "Tesadüf diye bir şey mi varmış?"

Çok konuştum bugün, tek bir cümleyle toparlıyorum: "İnancının ne olduğu önemli değil; çok yiyen doğru dürüst düşünemez, çok yiyen doğru dürüst iyilik içinde olamaz, çok yiyen doğru meditasyon da yapamaz, çok yiyen dosdoğru namaz da kılamaz, çok yiyen dosdoğru yola varamaz, gidemez."

Az yeme konusunda hem fikir olduysak, yarın da ne yiyelim ne yemeyelim? Bunu konuşalım...   


Blogger tarafından desteklenmektedir.