Header Ads

AŞK Şekerli Bir Şey Değildir :) / İçimden Geldiği Gibi 08


Çok garip bir biçimde ve aslında şaşırtıcı olarak 40 yaşına dair tılsımın daha doğrusu olgunlaşmaya dair söylemlerin doğruluğunu bizzat deneyimler haldeyim. Bu farkındalık pek güzel lakin zaman zaman kırk yaşından önce neden bunların ayırdına varamadım diye düşünmüyor değil de insan.

En çok da mesleğim ile ilgili konularda bu aydınlanmayı yaşamak başlı başına bir hayret. Evet, her insan hayatının belli dönemlerinde başka başka işlere kalkışabilir ve çeşitli sektörlerde değişik iştiraklere girişebilir ama bu yaşına kadar yaptığı ve ekmek parasını kazandığı mesleğin aslında yapmak istediği meslek olmadığını da 40 yaşından sonra anlar mı? Anlıyormuş işte.

İşte kelimenin "farkındalık" olmasının sebebi de bu sanırım. Aslında tüm hayatımı gözden geçirdiğimde, şimdi farkına vardığım şeyin birçok işareti olduğunu görebiliyorum ama zamanında farkında değilmişim. 

Çocukluğumun ilk zamanlarına kadar uzandığımda bile anlatmak konusunda bir hassasiyetim olduğunu hatırlayabiliyorum. Futbol denilen melaneti ezelden beridir sevmedim. E, bizim çocukluğumuzda da mahalle maçı sokakta oyun oynamanın kelime anlamı olduğu için; ya topla oynanan tüm oyunlara yeni kurallar ekler, çıkartır ya da topla oynanacak başka türlü oyunlar icat ederdim. Bir şekilde "Sercan İfadesi" olması gerekliydi aksi takdirde içim rahat etmezdi.

Ama bunlardan da ziyade, diğerlerini etrafıma toplayıp anlattığım hikayeler en kıymetli hatıralarım arasında. Tabii olarak o yaşta gelin de size bir şeyler anlatayım diyemiyorum. Önce, "bir önceki gece TRT 2 ya da TRT 3'ü seyreden var mı?" diye soruyorum :). Eğer yoksa, "acayip güzel bir film vardı oolum!" diye söze başlayıp saatlerce anlatıyorum. Hepsini ben uyduruyorum lakin aslında ben o filmi kafamda çoktan izlemişim, hem de defalarca. Uzun süreden beri aklımda olan bir hikaye ve geceleri hayal ede ede tüm ayrıntıları ile eksiksiz bir senaryo bitmiş halde mevcut zihnimde.

Ve bileğim çocukluktan beri kırık, bir şeyleri diğerlerinden daha güzel karalayabiliyorum en azından. Çocukluğumuzun en önemli figürlerinden bir olan "Voltran" başta olmak üzere, çeşitli figürler tasarlayabiliyorum ama yine her birinin kendine has özellikleri ve hikayeleri var. Bu konuda gayet iyiyim. Mahallenin her bir çocuğuna ayrı bir kahraman türetebiliyorum. Bu da haliyle o kadar çok anlatabilmek demek. Sonrasında sopalar, tahta parçaları, inşaatlardan artan tesisat boruları vesaire, artık kimin elinde ne varsa, kılıcı eline alan çıkıyor meydana. Akşama kadar benim türettiğim karakterlerin özelliklerine göre bir oyun dönüyor. Ve bu da doğaçlama bir hikaye demek. Ben keyiften dört köşe... :)...

Orta okul zamanında ise koca bir resim defterini, opsiyonlu seçim sahneleri ile doldurarak, diğer öğrencilere fantastik oyunlar oynattığımı hatırlıyorum. Sonraları FRP (Fantasy Role Playing) türü olarak bilgisayar oyunları dünyasında bir furya haline gelecek ekolün kendi memleketimdeki öncülerinden olmakla da pek gurur duyduğumu hatırlıyorum :). Ve sanırım bir şeyler çizebiliyor olmamın beni tasarımcılığa yönlendirmesi de en çok bu dönemde etkili oldu.

Neyse, eve bilgisayarın gelmesi ve atari salonları dönemi derken, anlatabileceklerimi görsel le anlatmayı daha çok sevdiğime dair ilk yanılgım da böylece başlamış oldu. Halbuki tüm eğitim hayatım boyunca, kelimeler ile anlattıklarım da hep beğeniliyordu öğretmenlerim tarafından ama o çılgın dönemde, bunu ilk göz ardı eden ben olmuştum.

Ara dönemleri anlatıp pek uzatmak istemiyorum. Mesleki olarak para kazanmaya başladığım dönemde her şey çok iyiydi. Çünkü anlatma merakım dolayısı ile detaylar ile uğraşmaktan muazzam bir keyif alıyordum ve bu da beni "zor işleri hızlı yapan adam" yapıyordu ki, o zamanlar çok kıymetliydi. İşçilik, uğraş ve ince detayları olmayan işleri sevmiyordum hatta.

Ve bu değişmiş değil :)... Zanaatın dokunmadığı bir sanat anlayışını hala kabullenebilmiş değilim. Ama, özellikle 2003 ve 2005 arasında patlayan ve artık tam bir kabul gören "minimalist tasarım" anlayışı beni bitirdi :). Ve yapacak bir şey yok, sevemiyorum. Sevmediğim ya da inanmadığım bir şeyi inadına yapmamak gibi bir sorunum olduğu da doğrudur :). Ve açıkçası, eskiden sanat olduğunu düşündüğüm tasarımın öyle bir şey olduğuna artık inanmıyorum.

Tam tersine, sanatın bir yoğunlaşma, odaklanma, bir noktada çok daha büyük bir anlam ve enerjinin toplandığı bir şey; sanatçının da herhangi bir unsur veya konu ile normalden ve hatta gereğinden fazla ilgi, tutku ve aşk ilişkisi olan biri olduğunu düşünüyorum. Ama tasarım ve özellikle reklamcılık aşkın şekerli bir şey olduğunu düşünüyor :).

Senin de duyduğuna ve gördüğüne eminin. Hani şu ısırınca havuç sesi çıkaran dondurma var mesela, kızgın kumlardan serin sulara :)... Bir de ıslak, ille de ıslak, kirli sakallı, tüysüz müysüz kaslı oğlan çocuklarının olduğu çikolata reklamları. Çilek ısıran dolgun kadın dudaklarına yakın plan çekimler, o kalp çizimlerinin ille de kırmızı olması ve mümkünse pastanın ille de kalp şeklinde olması ya da sevgililer gününde satılan "yenebilir" güller... Daha neler neler... 

Ve işin en garip hali şu ki, bu artık toplumsal bir kabullenme haline geldi. Çünkü baktığımız her ekranda o kadar çok tekrar ediliyor ki, artık aşk demek iştah demek.

Nasıl ki, inanmak ve kabul etmek bağlamında düşünürsen, matematik en büyük dinlerden biridir, bu da öyle. Matematiğin kendi kurallar bütünü vardır ve tamamen koşulsuz kabul etmeye dayanır. Yani 1 + 1 = 2'dir ve bunu böylece kabul ederek matematiği kullanabilirsin. Toplama, çıkarma, çarpma ve bölmenin fiziksel ve fiili olarak bir anlam karşılığı olsa da hepimizde, 1 ve 2'nin ne olduğunu kimse bilmez aslında. 1 nedir, 2 nedir ya da 1 ve 2'den herhangi birini kim birbirine çıkarıp gösterebilir, bunlar nerededir ve nasıl bir şeydir? Bu soruların cevabı yoktur ama 1'in ne olduğunu kabullenirsin ve 2'nin de bir 1 ile diğer bir 1'in toplamı olduğunu kabullenirsin. Böyle gider... Aynı kabullenme ile aşk da artık ısırılabilen, tatlı bir şey :).

Ve bunu kabul eden biziz. Algı oyunları, renklerin kullanımı, notaların etkisi ve aklına her ne geliyorsa seni etkileyen, hepsinde haklısın ama etkilenen, etkilenmeyi kabul eden sensin. Düşmanı uzaklarda aramaya gerek yok, bir ayna bulman yeterli.

Ama aşk, gerçek aşk, ilahi aşk öyle bir şey değil. Çok ama çok daha büyük bir kabul ve teslimiyet. Daha derinlerde, en içerilerde bir yerde hissedilebilen bir şey. Ve belki de bir ses... Ellerini açtığında, gözlerini kapattığında; her ne kadar üstüne gelse de hayat, işler ne kadar zorlaşmış gibi görünse de, ezildiğini, küçüldüğünü, yorulduğunu hissetsen de, birçok şey sana karşı ve hatta sanki her şey sana karşı gibi olsa da, kalbine verdiğinde kulağını, duyduğun şöyle bir ses:

"Korkma! Seninleyim..."

Blogger tarafından desteklenmektedir.