Header Ads

Keşke Ben De İnsan Olsaydım / Beden - Zihin - Ruh 17


Başarılı olmak, huzurlu olmak, zengin olmak... Olmak istediğin ne olursa olsun aslında temel bir tabana bağlı: sağlık... 

Evet, sağlıklı bir bedene sahip olmadan diğer "olma" hallerinden verim almak pek mümkün olmuyor ne yazık ki. Bunu söylediğimde çok hoş karşılanmıyorum ama aslında manevi yükseliş konusundaki ilerleme söz konusu olduğunda da fiziksel unsurların engellerinin ortadan kalkmış olması, en azından azalmış olması bence büyük bir etken ve yardımcı. Yani; geçim sıkıntısı, ailevi zorluklar ve/veya çocukları ile ilgili sorumlulukları üzerinde büyük baskılar oluşturan bir bireyin, hiçbir şey sokmuş gibi namaz kılmasını, zikir çekmesini beklemek hatta bunu yapamadığında onu suçlamak veya kötülemek bence insafsızlık.

Bunu söylerken, geçim sıkıntın varsa ibadetlerini aksatabilirsin ya da boş vermelisin gibi bir şey demiyorum tabii ki ama anlayışla karşılanması gerektiğini de kabul ediyorum. Ve evet, manevi bir çaba ve yöneliş içinde olan bir bireyin maddi sorunlarını da daha kolay ve verimli bir şekilde aşabileceğini ayrıca savunuyorum. Aslında hep dediğim gibi, madde ayrı mana ayrı değil. Buradaki yolculuğumuz da bu ikisinin birliğini ve ardından tekliği anlamak ve kavramak, o bilince erişebilmek zaten.

Aynı bağlamda, sağlık konusuna dönelim. Bu iki unsurun birbirinden ayrı ve bağımsız olmadığını gösteren ve son yıllarda birçoğumuzun sıklıkla duyduğu bir terim var: epigenetik. Kelime anlamı "genetik üstü" ya da "genetik ötesi" olarak çevrilebilir. Ama, aslında sürekli "genetik kader efsanesi"ni yıkmasıyla ünlü olan epigenetik'in kendisi de bir efsane olmak üzere :). Çünkü öyle bir anlatılıyor ki, belirli çalışmalar yapıldığında DNA dizilimimiz değişiyor, başkalaşıyor gibi anlamlara yol açabiliyor. Öncelikle şunu iyi anlamak lazım, olumlu düşündüğümüzde DNA dizilimimiz değişmiyor. DNA dizilimimiz değişirse zaten başka bir şey oluruz. Bilimkurgu filmlerinde sıkça karşılaştığımız "Mutant" terimi bu dizilimin değiştiği durumlar için kullanılıyor. Ama dizilim değişmese de gen işlevi farklılık gösteriyor ki, epigenetik dediğimiz şey de bu işte.

İkinci yanlış anlaşılan konu ise epigenetiğin bu fonksiyon değişiminin sadece dış etkenlere bağlı oluşu. Dış ortamın gen fonksiyonunu etkilediği bir gerçek, hatta en önemli unsurlardan biri. Yani, stres, kötü beslenme alışkanlıkları gibi etkenler bizim hastalık dediğimiz şeyi ortaya çıkaran en büyük sebepler doğru, ama sadece bu değil. Öyle olsaydı aynı fakir mahallede büyüyen hatta aynı ailede büyüyen çocukların aynı veya yakın kadere zorlanmaları gerekirdi ki burada da muazzam farklılıklar gözlemlenebildiğini hepimiz biliyoruz. 

Bunu en çok da içinde bulunduğumuz pandemi döneminde gözlemledik. Nedense bütün gün fellik fellik, çarşı pazar, korkmadan gezenler hasta olmaz iken, birçok ailede en çok dikkat eden ve salgından korkanlar hastalığa yakalandı. Hatta hasta olanlar arasında bile korkanlar ağır geçirirken, korkmayanlar ayakta atlattı. Bir de hemşire ve doktorlar var tabii ki. Böylesine bulaşıcı olmasına rağmen, sağlık çalışanlarından hastalığa yakalanan ya da ağır geçiren yüzdesi beklenenin çok altında gerçekleşti. 

İşte can alıcı nokta da burası zaten: Gen fonksiyonuna karar veren yine SENsin. Gördüğün gibi döndük dolaştık, yine "Başrolde SEN varsın" konusuna geldik :)... Hoş geldik :)...

Bunun en hoş kanıtlarından biri de bukalemun hayvanında gözlemlenir. Bukalemun kamufle olabilmek için deri rengini değiştirebilme yeteneğine sahiptir ve bu yeteneğine karşılık gelen bir geni vardır, bu doğru. Ama her bukalemun bulunduğu ortamın rengine doğru çeşit çeşit renklerde kendini kamufle eder. Yani gen vardır ama fonksiyonu bukalemunun seçimine bağlıdır. Yani, hiçbirimiz beden makinesine mahkum ruhlar değiliz. Aksine beden makinesini kullanabilme kabiliyetine sahip ruhlarız.

İşte Kulli İrade ve Cuz-i İrade kavramlarını daha iyi anlayabilmek için bir fırsat olabilir bu. Şöyle ki, iki kolunun olması Kulli İrade'nin bir tecellisi iken, o kolu kullanarak neler yapacağın Cuz-i İrade ile senin seçimin ve özgürlüğündür. Ve hep söylediğim gibi Kulli İrade sonsuz olduğundan ve onun bir parçası olarak da Cuz-i İrade, sonsuzu kaça bölersen böl sonsuz edeceğinden, sonsuz kabiliyetlerin anahtarı olabilir. İkincisi birinciden daha küçük bir sonsuz olduğunu anlaman kaydı ile asla kendi öz değerini küçümsemeni istemem. Sonsuzun ne olduğunu anlamıyoruz, biliyorum. Ama şöyle düşünebilirsin; Kulli İrade için Alemlerin Rabb'inin herhangi bir çaba sarf etmesine gerek yok iken, Cuz-i İrade'yi kullanmak için senin çaba sarf etmen gerekir. Ve bu çaba Kulli İrade'ye bağlılığın ve yakınlığın nispetince azalır.

Tekrar konuya geri dönersek, şu ana kadar konuştuklarımızı bir toparlayalım: DNA ve genlerimizle gelen belirli öz niteliklerimiz var. Fakat bu öz niteliklerin tetikleyicisi çoğunlukla dış ortamdan aldığımız sinyaller. Yani, genlerimiz sağlıklı bir beden sinyali gönderiyor, yaşadığımız ortam da iyiyse bir sorun yaşamıyoruz. Ama genlerimiz sağlıklı bir beden sinyaline ayarlı ama ortamımız bize kötü hissettiriyorsa, burada duygularımızı kontrol etme iradesi ile bu sorunun üstesinden gelebiliyoruz. Dediğim gibi başrolde SEN varsın. Ama bilmem fark ettin mi, burada bir sır gizli? Eğer ki dış ortamdan gelen sinyaller kötü hissetmemize neden olabileceği halde biz duygusal olarak bunu iyiye yorumladığımızda fonksiyonu da iyileştirebiliyorsak ve bu iyi sonuçlar elde etmemizi sağlıyorsa, ille de iyi veya kötü diye yorumlayabileceğimiz bir şeyin olması şart mıdır? Olmadan olmuş gibi hissedebilirsek yine aynı iyi sonuçları elde edemez miyiz? Evet, gülümseyebilirsin, sorunun cevabı: evet.

Tamam, şimdi biraz eskileri hatırla lütfen. Seninle Frekanslar Hakkında ve Çekim Yasası Hakkında konuşurken, gelecek tezahürümüz için, yaydığımız titreşimin yani içinde olduğumuz rezonansın etkisinden ve "Kun Fe Yekun" bahsinde sonsuz olasılıklar alanından bahsetmiştik. İşte, öncelikle kendimizi temizlememiz gereken ilk adım burası: İnanmak, koşulsuzca inanmak. Herkes bir hayalinin veya isteğinin gerçekleşmesi konusunda zihinde canlandırma ya da zihinsel prova dediğimiz şeyleri yapıyor ama isteğinin gerçekleşebileceğine dair koşulsuz bir inancı olan sayısı yok denecek kadar az. Yüksek ya da uzak hayalleri olanlar özellikle, istekleri için büyük bir umuda sahipler sadece. Bu da hala daha Allah'ın sonsuz, sınırsız ve kusursuz olduğu inancını kalbe yerleştirememekten kaynaklanıyor ne yazık ki.

Ve en çok sorulan sorulardan biri: "Duada ısrarcı olmamız isteniyor lakin bir yerde bırakmamız daha doğrusu serbest ve teslim hale geçmemiz de söyleniyor. Bunun dengesi nasıl olmalı?" Öncelikle daha önce de söylediğim gibi; olduğunda hiç şaşırmayacak olmadığında hiç üzülmeyecek gibi dua edersen tüm duaların kabul olur." Bu yaklaşımı ve inancı kalbe indirmek lazım. Zihinde canlandırarak bir dua pratiği içindeysen de, zihinsel canlandırmanı "tamamen" yaşamış gibi, olmuş gibi hissedebildiğin ana kadar devam et, eğer o anı yakalamışsan, "elhamdulillah" de ve bırak. Çünkü artık o tahayyül ve sen bir oldu demektir. Bundan sonrası sadece beklemek ki hatta bekleme bile. Doğru zaman ve mekanda o tezahür edecek demektir.

Bu noktada çok sinsi ve derin bir arzunun yansıması var aslında. Bunu pek fark edemiyoruz belki ama şu belirsizliğin özgürlüğünü yaşayamıyor oluşumuzun temeli, çok gizli bir biçimde derin bir gereksinime dayanıyor: "onaylanmak." Başka biri ya da bir şey tarafından açık olarak onaylanmadığı sürece kendi eylemlerimize inanamaz hale gelmiş gibiyiz. Yine bu sebepten dolayı ne kadar "yolun kendisi güzel" deyip dursam da hala birçoklarının aklı yolun sonunda, hedefte veya sonuçta.

Dua edip de "Amin" dedikten sonra "Tamam!" diye bir dış ses duymazsak kabul olduğuna inanasımız gelmiyor :). Ama o "Tamam!" sesini bir kerecik duysak beklemeye de razıyız. Ama o sesi duymadığımızda kabul olduğuna razı değiliz. İlla ki bir onaylanma duymamız gerekiyor. Daha önce de anlattığımı hatırlıyorum sana, Frekanslar Hakkında konuştuğumuzun 40ncı gününde, "Amin" zaten "öyledir" manasındadır ve Alemlerin Rabbine dua ettiğinde, mü'min olan emindir, sonsuz ve şüphesiz olarak güvenir, duasını bitirdiğine olduğunu zaten bilir ve duasını "öyledir" diyerek bitirir diye. Fakat nedense "acaba"nın sesi "Amin"in sesini hep bastıracak kadar kuvvetli. 

Ama ne kadar acayiptir ki; o dediyse yapar diyeceğimiz arkadaşlarımız var, sırtımızı dayayabileceğimiz annemiz, babamız ya da belki dayımız var, sözünden hiç şüphe duymam diyebileceğimiz patronlarımız ya da meslek erbabı, esnaf arkadaşlarımız, abilerimiz var değil mi hepimizin hayatında? Gel gelelim ki, Alemlerin Rabb'i olunca söz konusu; O dediyse yapar, O'na sırtımı dayadım ya da O'nun sözünden şüphe etmem diyemiyoruz. Tam da bu yüzden, "Amin" derken "bi' ihtimal"... "İnşaAllah" derken "umarım"... der gibi söylüyoruz.

Bu sebeple yeri geldikçe tekrarlamaya gayret ediyorum: "Şu yalnız olduğun fikrini kafandan çıkar artık. Hiçbir zaman yalnız değildik, hiç de yalnız kalmayacağız." Bunu gözden kaçırdığımız, kalpten uzaklaştırdığımız için onay gereksinimi kendini gösteriyor. Ama belki farkında olsak onayın zaten her Kur'an-ı Kerim okuduğumuzda geldiğini bilebilirdik. Şu cümleyi çok iyi bildiğini düşünüyorum: "Sadakallahulazim." Mutlaka duymuş olmalısın ve hatırladıysan eğer her Kur'an-ı Kerim okumasının ya da surenin bitiminde bu cümle söylenerek bitiririz. Peki ne demek biliyor musun? "Azim (Büsbüyük, Kocaman) olan Allah doğruyu söyledi..." Buna şüphe yok zaten ama cümlenin fiiline dikkat ettin mi hiç? "S D K - (Sad - Dal - Kaf)"...

Tanıdık geldi mi? Sadakat desem, Sadık desem, Sıddık desem mesela... Hz. Ebubekir (r.a.).. Allah'ın selamı ve rahmeti onun üzerine olsun Ciğer Paremiz'in Can Arkadaşı... Neden bu sıfata layık görülmüştü? Çünkü hiçbir şekilde sorgulamıyor, "O dediyse doğrudur" diyordu değil mi, "doğrudur" diyordu. Şimdi yine anlamadıysan bir de şu kelimeye dikkat etmeni rica ediyorum: "Tasdik." Aradığın onayın zaten hep orada olduğunu anladın mı şimdi? 

İşte bu yüzden ben de diyorum ki; "Arama artık!" Allah dediyse onay arama artık! Allah'ın selamı ve bereketi onun üzerine olsun Can Ahmed dediyse onay arama artık! Ya da şöyle düşün demek istediğimi; hala onay arayışı, şüphe, ihtimal, acaba ya da belki içeriyorsa duan, inandığın gerçekten Alemlerin Rabb'i olan Allah mıdır? Eğer öyleyse neden hala şüphen vardır, eğer şüphen varsa inandığın kimdir? Bazen kırıyor muyum seni, sert mi konuşuyorum diye korkuyorum ama sen yine de bir düşün ne demek istediğimi lütfen.

Peki bu onaylanma ihtiyacı acaba nereden ve kim tarafından musallat oldu ki bize? Aslında cevabı bildiğini tahmin edebiliyorum, üzerine çokça konuştuk zira... Nefs değil mi, ego? Seni en sevdiğin yerden vurur önce, övgüler ile yakalar paçandan. Ta çocukluktan başlamıştır ama pek fark etmeyiz bunu. Sevdiğin bir akraban vardır mesela, dayın, amcan belki, sıcak bir yaz günü terlemiştir ve seni bakkala gazoz almaya gönderir: "Hadi benim yeğenime, koş da bir gazoz al bize" der, "Senden hızlı koşan yok bu mahallede." Öyle bir koşarsın ki bacak boyun 35 santimdir ama ışık hızına çıktığını düşünürsün :). Kan ter içinde geri döndüğünde, şaşırmış bir tavırla karşılanırsın: "Vay, nasıl bu kadar çabuk geldin be! Fırtına gibisin maşaAllah." :)... Bu çok hoşuna gider, güzeldir de tabii ki, ne dayın suçludur burada ne de sen, kötü bir niyet yoktur aslında. Ama işin içine yalan öyle ya da bulaşmıştır artık, zehir kana karışmaya başlamıştır.

Bu takdir edilme, övgü hazzı her tekrarlandığında bir tür bağımlılık yapar ki aslında sistemin en çok istediği de budur. Sen de bir karşılığı olduğu için artık; okula başlarsın ve defterine aldığın işaretler ile çalışkanlığını "onaylatırsın", aldığın notlar ile zekanı "onaylatırsın", notlarını karne diye bir yerde toplarlar sınıfını "onaylatırsın", karneleri diploma diye bir yerde toplarlar okulunu "onaylatırsın", onlardan da belli adet topladığında sınava girme hakkını "onaylatırsın", sınava girer aldığın puan ile öğrenim görme hakkını "onaylatırsın", kazanırsan orada da notlar falan toplar meslek sahibi olma hakkını "onaylatırsın", meslek sahibi olursun ve verdikleri diploma ile bir de patrona ne kadar ettiğini "onaylatırsın", çalışır didinir günler biriktirir ve devlete artık dinlenmeyi hak ettiğini "onaylatırsın", derken... ölürsün...

Orada da sana ne getirdin diye sorduklarında ne diyeceksin? "İşte Türkçe dersinden aldığım 5 yıldızlarım burada, şunlar da notlarım, karneler, diplomalar, sertifikalar, eğitim derecelerim, sigorta dökümüm... Ha, bir de ışık hızında gazoz alabiliyorum bakkaldan." :)... 

En sonuncusu muhtemelen en geçer akçe olabilir :). Farkında mısın, tüm bir hayatı ve tüm çabayı sen gösterdin ama "onaylama" kararını hep başkaları verdi. Bir terslik yok mu sence de? Aslında yok, çünkü zaten onaylanmak demek: "Senin görüşünün kendi öz değerimden daha önemli olduğunu kabul ediyorum" demek.

Peki, o zaman ne yapalım? Notları da umursamayalım, eğitimi de umursamayalım, para kazanmak da önemli değil, sigorta, emeklilik, kariyer... Hiçbiri önemli değil madem, salalım gitsin mi kendimizi? :)... Tabii ki öyle değil. Burası oyun ve oyalanma yeri ve her oyun kuralları ile oynandığında güzeldir, başarı da ancak böyle gelir. Ama kurallar gerekli birer araçtır sadece. Elinden gelenin en iyisini yap ve tabii ki alabildiğin en yüksek notları da al, kazanabildiğin kadar para da kazan ki halka hizmet ve topluma fayda konusundaki donanımlarını ve imkanlarını çoğaltabilesin. Sadece bu değerler ile kendi öz değerini belirleme. Yani, Türkçe dersinden düşük not alınca yazar olamayacağına başkalarının karar vermesine izin verme, fen bilimleri ile ilgili bir dersten düşük not alınca bilim insanı olamayacağına başkalarının karar vermesine izin verme, patron maaşını az tutunca zengin biri olamayacağına onun karar vermesine izin verme, her ne becerin ya da gayretin olursa olsun başkaları bunun kıymetini anlamadı diye kendi kıymetini hor görme. Her şey mümkün ve hazine senin içinde saklı, elinden geleni yap ve ilerle, seni durdurmalarına izin verme.

Bu onaylanma hastalığına tutulduğunda olacağın ilk şey sistemin oyuncağı olmaktır. Çünkü her şeyde karşıdakinden, diğerinden veya çevrenden onaylanmak istersin ve sadece onaylandığında doğru bir şey yaptığına inanmaya başlarsın.

Ama her zaman onaylanmayacaksın. Ve belki de çoğunlukla onaylanmadığın dönemlerin olacak hayatında. Sonra ne olacak biliyor musun? Bir süre sonra "hani bana antidepresan" demeye başlayacaksın. Çünkü onaylanmadığında doğru ya da iyi yaptığını düşünmüyorsun. Yanlış ya da kötü bir şey yaptığında ise, onaylanırsan eğer, yine bunun hakkında düşünmüyorsun. Ama senin gibi o kadar çok insan var ki... Bu sebeple genelde onaylanmayacaksın. Devamında gelsin depresyonlar, gelsin terapiler, gelsin sakinleştiriciler...

Ama daha önce de konuştuğumuz gibi birçok plasebo da antidepresanlar ile aynı etkiyi gösteriyor. Hatta daha etkili olduğu durumlar bile var. İşte o antidepresanlara ihtiyacın olmadığı gibi onaylanmaya da ihtiyacın yok. Zaten onaylanmanın yaptığı etki de antidepresan ile çok benzer. Ama yine aynı şekilde o antidepresanlar olmadan kendini iyileştirebileceğin gibi başkasının onayı olmadan da kendini sevebilirsin.

Burada plasebodan bahsetmişken konuyu toparlayabilirim bence. Bu plasebo konusunda konuşurken, genellikle bedenimizin ve zihnimizin yeteneklerini över bir şekilde konuşuyoruz. Ama, biraz derinden bakar isek ortada bir kandırma durumu yok mu? Yani şeker gibi bir şey veriyorlar, içeriğinde hiçbir etken madde yok ama "bu sana iyi gelecek" dedikleri için iyi geliyor. 10 yaşımda bir rahatsızlığım konusunda bunu birebir yaşadım. Doktor somon rengi bir ilaç vermişti, çok da küçük boyutta. Verirken de "bu çok küçük çünkü çok etkili bir ilaç" demişti. "Bunu içtiğinde bir daha olmayacak." Ve gerçekten işe yaradı, 3 ay boyunca hiç olmadı ama üç ay sonra ilaçlar bitince tekrar doktora gittiğimizde bunun aslında bir ilaç olmadığını anlattı bana. Yani "sorun sende" dedi :)... Sonra sıkıntım 17 yaşına kadar aralıksız devam etti :)... 17 yaşında ise tam tersi bir placebo etkisi yaratan bir korkum ile birdenbire ortadan kayboldu. İşte böyle düşünüce çok muazzam değil de kandırılmaya pek müsait, aptal birer organizma olduğumuzu da düşünebiliyor insan :).

Evet... İşte seninle beden, zihin ve ruh üzerine konuşmamızın nedeni de bu zaten. Hepsinden var biraz çünkü. Bakıma muhtaç olmamız sebebiyle gerçekten bir ot, bitki ve kendi bakımımız, beslenmemiz için faaliyete geçebilme, hatta bu konuda saldırgan olabilme halimiz ile bir hayvanız. Bu beden dediğimiz en adi kılıfımız. 

Ama geçmiş dediğimiz hafıza ve gelecek dediğimiz tahayyül yeteneklerimiz ve bunları kurgulayabilecek gelişmişlikteki akıl ve beyin kapasitemiz ile gelişkin bir canlıyız. Bu ise zihin dediğimiz perdemiz.

Ve başka hiçbir yaratılmışta bulunmayan duygusal yapımız, idrak yeteneğimiz ve kalbi yaklaşımlarımız ile de seçilmiş ve seçim yapabilen kutsal bir varlığız ki bu da ruh dediğimiz ÖZ gayemiz. 

Bu üçlüden herhangi birini yok sayarak bir başarı elde etmemiz ve yolda ilerlememiz mümkün değil. Bunların dengesi sağlanmadan, kılıf ve perdeyi aşmak ve ÖZe ulaşmak; hayvandan beşere, beşerden insana varmak mümkün değil. 

Nil nehrine bırakılan bebek Musa bir bitki idi ve bir bakıcı tarafından beslenmesi gerekiyordu. Bir mazlumu korumak için yanlışlıkla bir kıptiyi öldüren, genç Musa'nın saldırgan ve müdafaacı tarafı idi. Tövbe eden ve on yıl boyunca koyun otlattığı gecelerde, karanlık gökyüzünde gezinen, pişman Musa'nın zihni idi. Ve nihayetinde Nur dağında nurlanan ve Kızıldeniz'i ikiye ayıran ruhunu bulmuş, ÖZüne varmış Hz. Musa idi. Belki Hz. Musa'nın hayatının özetine ve sıralamasına baktığın zaman; neden belli sıkıntılardan geçiyoruz, neden önce bedenden başlıyor, zihnimize hükmediyor ve Özümüze varıyoruz daha anlaşılır gelmiştir sana da. 

Ve hep bu yüzden sık sık tekrarlamaktan geri durmuyorum: Yaşamak lazım yaşamak. Ne kadar çok yaşarsak, bu hayatın her şeyine ne kadar dahil olursak, ne kadar kabulde kalır ve her olanı olmuş haliyle, bile isteye, Yaradan'ın tecellisi olduğunu bilerek, her anın bir mucize olduğunu hissederek yaşarsak, burası gerçekten çok güzel ve menzile varmak için elimizde burasından başka, bu hayattan başka, bu beden, zihin ve ruhtan başka envanter yok. 

Evet, ağzımdan mucize lafı çıkmışken, küçük bir konu ile araya girmek istiyorum :). Konumuz şu: müslümanın mucize seviciliği... Sürekli rüyasında bir şeyleri görmeyi bekleyen, belli şeyleri önceden sezme hevesi içinde bulunan, ummadığı yerden bir para gelmesini isteyen ya da tam ihtiyacı olduğu anda ihtiyacı olan şeyin karşısına çıkmasını uman insanlarla karşılaşıyorum. Bu gibi "mucize" olarak adlandırılabilecek anlatımların peşinde koşanlar görüyorum. Tesadüf diye bir şeyin olmadığı konusunda hem fikiriz, bunda bir sorun yok ama bu mucize seviciliğinin altında hep kendi kendine bir methiye düzme isteğinin, ego tabanlı bir kibir köpürmesinin olduğunu da bal gibi biliyoruz. İsteyen bunu itiraf eder isteyen hala kendine yontmaya devam eder. Buna ben karışamam. Ve bunu yargılamıyorum da, hepimiz aynı yollardan geçtik.

Ama dikkatini çekmek istediğim husus şu: Tam onu düşünürken bir arkadaşının seni aramasını bir mucize, tam ihtiyacın olduğu sırada hesabına para gelmesini bir mucize, rüyanda gördüğün hadisenin ertesi gün gözlerinin önünde cereyan etmesini bir mucize olarak görürken, sabah uyandığında yüzünü yıkamış olmayı sıradan bir olay gibi görüyor olman... Hayatın ve yaratılışın her anı bir mucize, her anı birbiri ardına mucize anlardan oluşan bir kutsallık silsilesidir. Sabah yüzünü yıkarken kaç trilyon su molekülünün kaç trilyon kere trilyon hidrojen bağı ile kaç trilyon kere trilyon defa bağlanıp bağlanıp koptuğunu, yüzündeki kaç milyar hücreyi yerinden koparıp çektiğini, kaç milyon değişik mineral ile bağ yaparak yüzünü temizlediğini biliyor musun? Hesabına para gelirken yaratılışı kutsuyor ama yüzünü yıkarken neden küçümsüyorsun ki? Her nefes alışında yeniden doğan bir beden ve trilyonlarca hücre, her nefes verdiğinde ölen ve kopan trilyonlarca hücre varken ve bu günde 20.000'den fazla defa tekrarlanırken bunun mucizeliğine neden hayret etmiyorsun? Çünkü bunları herkes yapıyor değil mi? Anlatılacak havalı bir tarafı yok. Ego, ego, ego... Nasıl da ruhani oldum sanırken cahil cahil gülünç hallere sokar insanı? Sen sen ol dikkati elden bırakma :).

Ve yine tam da bu sebepten sanat filmlerini pek az insan sever. Çünkü sanat filmlerinde, genellikle, insan ve hayat anlatılır ama olduğu gibi. Bir ailenin, bir köyün belki, bir hayvanın bazen ya da belirli bir kişinin yaşadığı ve duruşu anlatılır. Bakıldığında, "E, hepimizin her gün yaptığı şeyleri film yapmış adam" denir ya da "çiçek, böcek, kapı, pencere... Bunları neden gösteriyor?" diye sorgulanır. Ama aslında hiçbir kapı ve pencere, hiçbir gün doğumu ve batışı, hiçbir çiçek ve böcek birbirinin aynısı değildir. Ve hatta tek bir çiçek bile an be an kendisinin aynısı değildir. Günlük hayatın, sıradan bir günün, doğanın, yaşamın ve yaşanmışlığın an be an mucizevi oluşunu tadamayan insanlar haline getirildiğimiz için sanat filmlerini de pek az insan izliyor. Çünkü olanı kabul etmek yerine kabul edebileceklerimiz olsun, olanı istemek yerine istediklerimiz olsun, kendinde var olanı sev yerine eksik olanı, kendinde olmayanı sev noktalarında öyle bir değiştirdiler ki bizi, "bana göre" demediğimiz, diyemediğimiz hiçbir şeye yönelemez olduk. Onlar da artık neye ve nelere "bana göre" dediğimizin dijital kaydını tutup, canları ne isterse izletiyor, dinletiyor, satıyorlar bize. Hem de biz kendimiz istiyormuşuz gibi sanarak... İşte bunlar hep ego cancağızım :).

Yine bu ego yani nefs olmadan da yolda ilerlemek mümkün değil ama. Onu da bir kenarda bırakıp gidemeyiz. Beden de yola gelecek, zihin de yola gelecek, ruhun peşinden gidecek. Çünkü her ne kadar bizim için bir dert vesilesi olsa da seçilmiş olmamızın sebebi bu ego. Çünkü ona rağmen doğru seçimler yapabildiğimiz için kıymetliyiz, istemesek de yapabildiğimiz için değerliyiz, yapmama özgürlüğümüz olduğu halde yapabildiğimiz için seçkiniz. Evet, tekrar etmekte fayda var; kıymetliyiz, değerliyiz ve seçkiniz.

Şunu hatırla lütfen: İnsan halife olarak yaratıldığında melekler itiraz etmişler ve insanın kan dökücülüğü ile bozgunculuğunu dile getirmişlerdi. Alemlerin Rabbi ise "ben sizin bilmediklerinizi de bilirim" demişti. Farkındaysan bizim kan dökücülüğümüz ve bozgunculuğumuza dair bir savunma yok ortada. "Hayır, insan kan dökücü veya bozguncu değildir" diyerek cevap vermedi Allah'ım, "Ben sizin bilmediklerinizi de bilirim" dedi.

Evet, hatalarımız var, bitki gibi sürekli bir beslenme zorunluluğumuz var ve çürüyoruz, hayvan gibi saldırgan taraflarımız da var ve kokuyoruz, binbir düşünce içinde aklımızdan neler neler de geçirebiliyoruz ve haset, fesat ve yalan biliyoruz... Ama meleklerin bile bilmediği şeyler de var bizde. Bilmedikleri yani hiçbir zaman ulaşamayacakları, olamayacakları haller, özellikler, kabiliyetler, donanımlar... Bunun farkında olmanı çok önemsiyorum. 

Bize yakışan da onların bilmediklerini su yüzüne, göz önüne çıkaracak hal ile yürümektir bu arzın üstünde. Kılıflardan, perdelerden bir bir sıyrılıp, her olana teslim olmak, hiç bir şeye keşke demeden, meleklere keşke dedirtmektir bize  yaraşan. Yaratılmışların en şereflisi olarak, yaratılışımızın hakkını vermek, kainatta Alemlerin Rabbi'nin tecellisi olarak parlamak ve aydınlatmaktır semaları. 

Yaratılışın en parlak yıldızı, insanlığın onuru, güllerin efendisi (s.a.v.) bizden biriydi, biz de onda bir olalım inşaAllah. Hep beraber, hep birlikte...

Blogger tarafından desteklenmektedir.