Header Ads

Bir Seyr-i Süluk Uyarlaması Olarak "The Matrix" Filmi / Beden Zihin Ruh 20


Sen kimsin?

Bu ufacık soru o kadar önemli ki bizi bizden alabilir. Çünkü bunu sorduğumda verilecek cevap öncelikle adın ile başlayıp, öncesinde neler yaptığını, şu an neler yapabildiğini ve gelecekte neler yapmak istediğini içermekle devam edecek ve muhtemelen fiziksel özelliklerini tanımlayarak son bulacaktır. 

Örneğin; Ben Sercan, Sercan Çetin... (Yok Bond, James Bond... 007 :)...) Bandırma'da doğdum. İlk, orta ve lise tahsilimi aynı şehirde tamamladıktan sonra, İstanbul'da mühendislik ve sanat yönetimi okudum. 20 seneyi aşkın freelance olarak tasarımcılık mesleğimi icra ettikten sonra, çok şükür mesleğinden tiksinmiş biri olarak ücretli çalışma düzenine geçtim. Bir kızım ve mutlu bir evliliğim var. Yıllar sonra anlatmayı sevdiğimi fark etmiş biri olarak, hayatımın bundan sonrasını yazmak ve anlatmak ile devam ettirmek adına ücretli çalışa çalışa emekli olmayı planlıyorum. Boyum 1.80 ve kelim. Yarışmacı arkadaşlar başarılar diliyorum :)...

Şaka bir yana, bu veya benzeri bir şekilde kim olduğumuzu tanımlama eğilimindeyiz. Daha doğrusu kim olduğumuzu fiziksel özelliklerimiz, işimiz, kazandığımız para ve sahip olduğumuz (-u sandığımız) mülklerimizle tanımlayacak şekilde yetiştirildik. Ama bu tanım gerçekten ben miyim yoksa karşıdan bakıldığında görülen şey mi? Eğer görülen şey ise vay halimize! Çünkü fiziksel özelliklerini saydığım beden en iyi ihtimal ile 50 - 60 yıl içerisinde gübre olacak. Zihin de aynı şekilde onunla birlikte ifade yeteneğini kaybeden bir hafıza olacak ve belirli bir süre sonra beni hatırlayan kimse kalmadığında silinip gidecek. Baya baya son kullanma tarihim var yani. E, o zaman bir fotokopi makinesinin teknik özelliklerini ve kullanma kılavuzunu okumaktan ne farkı var benim yaptığım tanımın?

Var di' mi? Olmalı istiyor insan. ÖZümüz... Yaradan'ın kendinden üflediği parçamız ÖZümüz... Dolayısı ile gerçek ben, gerçek kimliğim, asıl, sonsuz ve kutsal olan gerçek (HAKK) ben O'yum. İşte bu sır ve anlayış, Hallac-ı Mansur'u kellesinden eden, Yunus'un hakkında katli vacip emri çıkaran, Şems ve Mevlana'yı canından eden sır. Yanlış anlaşıldığında da seni senden alacak olan sır. Bunu spiritüelizmin "Ben Tanrıyım" yanılgısı gibi anlarsan, az önce saydığım mübarekleri öldürenlerin yanılgısına düşersin. Ama ÖZünün kıymetini, değerini ve sonsuzluğunu anlarsan "La ilahe illallah" sırrını anlamış olursun, o da belki ucundan azıcık.

Ama bir yandan da şu var ki, çevresel ve fiziksel unsurlar olmadan buradaki varlığımızı tanımlamamızın da bir çaresi yok gibi. En azından şimdilik... Dolayısı ile görünenin ardındaki daha önemli desek de görünen ile varlık iddiasında bulunabiliyor oluşumuz da bir gerçektir. Bu yüzden dünyalık dediğimiz şeylere bağlılığımız ve bağımlılığımız kendini gösterir.

Bunun gerekli olduğu konusu da aynı şekilde bir gerçektir. Kendimizi korumamız, barınmamız, sağlığımız, tehlikelere karşı tedbir almamız gibi ciddi ve özellikle güvenlikle ilgili konular söz konusu olunca egonun da neden gerekli olduğu açığa çıkar. Ne serden, ne yardan... :)...

Buradaki önemli unsur dengedir. Ego ölsün, gebersin diye düşünmek ya da bilinçaltını tamamen silmek gibi garip ve fantastik söylemlere niyet ve dua etmek, ben koma halinde yaşamak istiyorum demek ile aynı şeydir zira bahsi geçen durumlar ancak koma halinde gerçekleşebilir. Eğer yaşıyorsak çaba göstereceğimiz en akıllı netice dengeyi sağlamak olmalıdır.

Yani daha önce de çokça konuştuğumuz gibi; bir felaketten kurtulmak, bu dünya oyununun kurallarına göre başarılı bir birey olmak adına ego ve maddi unsurlar kullanmamız gereken bir araç olarak bize gereklidir. Sorun, oyuna ve bu oyunun kendi içindeki ödüllere -ki onlarda oyunun kendisi gibi geçici yani sanaldır- kendimizi kaptırıp, kullanmamız gereken bu araçlar tarafından kullanılır hale gelmektir. Başka bir deyişle aracın amaç, hizmetkarın efendi olması ya da gerçek algısının gerçekten daha gerçek gibi görünmesidir mesele.

İşte bu özdeğer kaybı bize etiketleri ve etiketlerin konforunu sağlar. Evet, özellikle de kendimizi etiketlemenin acayip iyi hissettiren bir konforu vardır. Komiktir aslında ama bir o kadar da kabul görmüş bir haldedir çünkü bunu neredeyse herkes yapar. Örnek vermek gerekirse:

Geometri öğrenmede beceriksizim dersin. Aslında, eğer geometri konusunu sevmiyor ama bu konuda da bir zorunluluğun varsa, bu etiketleme süper bir erteleme bahanesidir. Kendini bir kalıba soktuğun için, "aslında geometri bana çok sıkıcı geliyor" ya da "ne işime yarayacak ki, ben bunları öğrenmenin gerekli olduğunu düşünmüyorum" demenin kılıfıdır bu çerçeve. Ama doğruyu söylediğinde sorumluluğunu da kabul etmiş olmak yerine, böyle bir bahane ile kendini aklamış, geometriyi suçlamış olursun.

Hele hele kabiliyet gerektiren konularda bu etiketleme "benim tabiatım bu" gibi bir seviyeye taşınır. Aslında canın istemiyor ya da tembellik yapıyorsundur ama bunun senin yapında olduğunu iddia ettiğinde kendini sıyırırsın konudan. Ama resim de, müzik de öğrenilebilir şeylerdir. 

Bir de bunun gayet ciddi bir versiyonu olarak, "bir işi yapacaksan ya tam yap ya hiç yapma" şeklinde beylik bir söylemi vardır. Bunu bir usta çırağına, baba oğluna söylese gayet yerindedir belki ama kendi kendine bunu söyleyerek bir şeyden vaz geçiyorsan yine dümdüz bir bahanedir. 

Utangacım, sakarım, çirkinim, dağınığım, unutkanım, yorgunum gibi acındırıcı etiketler ile üşengeçliğimizi, tembelliğimizi sarıp sarmalarken; asabiyim, titizim, ciddiyim, otoriterim, yaşım büyük gibi üstünlük ifadesi gibi kullandığımız etiketler ile de hatalarımızı, kırıcılığımızı ve kibrimizi kılıf içine alıp saklamaya çalışırız. 

Ve tüm bu etiketler aslında geçmiş zaman damgasıdır. Birine neden utangaç ya da sinirli olduğunu sorduğunda, bunu haklı göstermek için çocukluğundan başlayıp birçok hatıra ile bunu gerekli sebeplere bağlayabilecek uzun bir hikaye dinlersin. Bu hikaye doğrudur ve bu hale gelmesinin sebepleri de gerçektir. Fakat bu hikaye ayrıca şunun geçmişçesidir: "Değişmek için bir şey yapmadım" ya da "değişmek istemiyorum, bu özelliklerim ile oluşturduğum kişilik ve kimlik 'ben'im."

Tüm bu etiketler bütün paradigmalar gibi defalarca kendini tekrarlayan döngüler ile oluşmuştur. Örneğin; Bir konuda ya da söz ile anlatamadığın bir şeyde çizmen istenir, kağıda karalayarak anlatman belki de. Etiket "resim becerim yok" etiketidir. İstek "çizerek anlatmak", paradigma "çizdiğim resme 'yine' gülerler" şeklindedir. Neden gülerler? Çünkü "resim becerim yok." Döndük en başa :). Bu etiket hem kendi sürecini başlatır hem de süreci kendine geri döndürür. Bu sebeple geçerli olduğuna en çok inanan kişinin kendisidir.

Ve açıkça bellidir ki tüm bu etiketler senin kendi imalatındır. Her ne kadar geçmişe dayalı bir sürü sebep sıralasan da, o sebepleri ham madde olarak kullanıp bu ürünü imal eden bizzat sensin. Dün cesaret konusuna değinmemin ve cesaretin, özellikle kendine karşı olan cesaretin neden böylesine bir kırılma, bir dönüm noktası olduğu sanırım daha iyi anlaşılmış olabilir. Mesele kimsenin meselesi değil, tamamen sana ait ve çözecek olan da sensin.

Bunun üstesinden gelmenin tek ve basit yolu aslında yine sıkça tekrarladığım "Sadece YAP!" iradesidir ama yardımcı olmak açısından bir kaç kelam edebilirim. Öncelikle "şöyleyim, böyleyim" gibi tanımlayıcı cümleleri kullanmamaya özen göster. Bu tanımlamalar yüzünden yapamadığın bir şeyi gayet yerinde ve güzel bir biçimde yaptığını zihninde canlandır ve tüm duyguyu hissedene kadar bunu tekrarlamaya devam et. Geçmiş halini reddetmeye veya saklamaya çalışmadan açık yüreklilikle kabul et ve cümlelerini "şöyleydim, böyleydim" şeklinde düzelt veya değiştir. Bu artık öyle olmadığının beyanıdır aslında. Bir de öz değerini ve kıymetini anla ve bu döngüyü kırabileceğine inan artık lütfen. Tek bir eylemine, ufacık cesaretine bakar bu döngüleri kırmak.

Bana sorarsan tüm bu saydıklarım yerine yine "Sadece YAP!" iradesini tercih ederim. Öyle dümdüz, olurunu olmazını düşünmeden, gülerler mi, alay ederler mi, arkamdan konuşurlar mı, ayıplarlar mı diye hiçbir beklentiye girmeden, "Bismillah" deyip YAParım gitsin :). Hem daha eğlenceli hem daha zahmetsiz. Ama bu pek tercih edilmez çünkü belirsizlik pek istenen bir şey değildir çokları için. Seninle "belirsizliğin dayanılmaz hafifliği" hakkında konuştuk aslında daha önce. O konuşmamızı tekrar hatırlarsan belki faydalı olabilir. Belirsizlik sırtını Allah'a dayamaktır. Arkasında Allah oldukça insan neyden ve kimden korkabilir ki? Belki de burada üzerinde durulması gereken konu Allah'a güvenip güvenmediğin, O'ndan emin olup olmadığın yani hakkıyla mü'min olup olmadığımızdır.

İşte böyle olmayınca her zaman maddeyi madde ile değiştirme garanticiliğine girer, sadece maddi imkanlar var olduğunda bir şeyleri yapabilir ya da başarabilir, sadece fiziksel unsurlar tam ise tam olabileceği yanılgısına düşer insan. Ve bu büsbütün bir kibirdir aslen, "benim" demektir. Ama şeytanı şeytan yapan da bu kibri olduğu için buradan öyle bir köpürtür ki içindeki haris hisleri dünyanın kölesi olur çıkarsın. Birçoklarından daha fazla imkanların olsa da bir türlü yetmez. Daha fazlasını istersin, daha çok olmalı, daha garanti olmalı, daha kesin olmalı, yedekleri de olmalı, B planları da olmalı diye diye hiçbir olanı kabul etmemeye, elindekilere razı olmamaya başlarsın. Birçok şeyi yapabilecek ve başarabilecekken, kendi hadsizliğine, densizliğine, fütursuzluğuna bakmazsın, bin bir bahane ve sebep icat eder, utanmadan "Allah'a güvenmiyorum" dersin. Açıkçası can dostum, ben diyeceğimi dedim, anlatacağımı anlattım ve her zaman söylediğim gibi: "herkes olmak istediği gibi olma özgürlüğüne sahip." Çek o zaman biraz daha, elindekiler de alınsın, varlar yok olsun, yokların sayısı artsın ki belki akıllanırsın. Yol senin, yol senden içeri. İster dışarılarda aramaya devam edersin, ister en yakınındakinin farkına varırsın. Seçim sana ait.

Dün bahsettiğim ağaç ve dalları metaforu üzerinden düşünürsek olan şey neredeyse aynıdır. Ama şu var ki aynı şekilde yeni dallar oluşturmaya benzer bir biçimde daha önce oluşmuş ve adına alışkanlık dediğimiz fakat bizim değiştirmek istediğimiz birleşik dallar da mevcuttur beynimizde. İşte aksini yaparak kendisindeki gücü azaltıp birbirinden koparman gereken dallardır bunlar. Eskilerini koparıp yenilerini birleştirerek tekrar ve tekrar düzenleyebileceğimiz bir bahçe gibidir beynimiz. Ve buranın peyzaj mimarı da sensin. Demem o ki, belki bıktın ama gerçekten anahtar cümle ve farkındalık budur, başrolde SEN varsın. Ve bu peyzaj mimarlığının ve düzenlemenin adı, daha önce duymuş olabileceğin üzere, "nöroplastisite"dir. Yani beynimiz ve beyin hücrelerimiz bizim irademizle değiştirilebilir ve düzenlenebilir haldedir.

Burada dikkatini çekmek istediğim, alışkanlıklarımızı değiştiremeyişimizin ve yeni bir kişilik inşa edemeyişimizin önemli nedenlerinden biri: gölgelik... Dün ağaç dalları ile oluşturduğun yeni nöron bağlantılarını gölgelik olarak adlandırmıştım hatırlıyorsan. Bunun sebebi, kolay ve çabasız olarak hayatımızda bulunan bu alışkanlık ve kişilik özelliklerimizin aynı bir gölgelik gibi konforlu olması. Fakat değiştirmeye başladığımız bir alışkanlıkta o gölgelik bozulur ve yenisi inşa edilene kadar zihin güneşte kalır ya da ayazda kalır :)... İşte bu süreç sıkıntının baş gösterdiği zaman dilimidir. "Ben bu işlere kalkışmadan önce daha iyiydim" ya da "eskiden daha mutluydum" dediğin zaman tam bu aralıktır. Genellikle kişisel ya da ruhsal gelişim için bir çabaya girişmenin çok kolay ve heyecanlı olmasının yanında devam ettirmenin ve bitirmenin zor ve ender olmasının nedeni de budur. Biraz kavrul bakalım can dostum :).. Biraz üşü... Sonu selamet, sen yeter ki devam et.

Bu sıkıntılı süreç bazen öylesine baskı kurar ki; yaptığına yapacağına, başladığına başlayacağına bin pişman hissedebilirsin kendini. Ama bu pişmanlık işlerin kolaylaşacağının garantisidir aslında, çok az kaldı demektir. Gecenin en karanlık vaktinin güneş doğmadan hemen önce olması diye bahsedilen an o zaman dilimidir. Az daha sabır... Nardan nura... Önce küle, sonra güle döner Allah'ın izniyle...

Bunu çok iyi anladık değil mi? Düşündüklerimize göre duygular üretiyoruz. Duygularımıza göre kimyasallar salgılanıyor ve bunlara uygun bir hisler ile bir kişilik inşa ediyoruz. Sonra bu duyguların yeni düşünceleri etkilemesine izin verirsek dolayısı ile benzer düşünceler üretiyoruz. Sonra benzer duygular, kimyasallar, kişilik, düşünceler, duygular, kimyasallar, kişilik... Böyle dönüp duruyoruz aynı döngüde. Ve bu kelimenin tam anlamıyla "kısır" bir döngü. Yeni bir şey üretmiyor ve üretmediği gibi memnun olmadığımız hali daha da kalıcı ve ezici hale getiriyor. Kısaca söylemek gerekirse; eğer böyle gidip duruyorsa hayat senden bi' halt olmaz. Bu şekilde yaşayıp ölür gidersin. 

Ama... Bu kabul etmen gereken bir şey değil tabii ki. Çünkü, her ne kadar duyguların hem de yıllardır aynı kimyasallar ile taş gibi sağlam hale gelmiş bu bedensel alışkanlıkların seni yine aynı düşüncelere sürüklese bile hala seçim yapma hakkın var. Biraz farkında olarak, hemen bir çırpıda olmasa bile, yeni düşünceler geliştirmek ve eski duruma karşı yeni bir pozitif yaklaşım geliştirmek senin elinde. Tam da bu yüzden yaratılmışların en seçkini sensin zaten. Yapabilecekken yapmadıkların, yapmayabilecek iken yaptıkların sebebi ile muhatap alından, evrendeki en yüksek bilinç düzeyi donanımlarına sahip, yeryüzünde Allah'ın halifesi, muhatabı olan insan, SENsin.

Tekrarlamakta hiçbir sorun görmüyorum: Başrolde SEN varsın. Aynı cümleyi zırt pırt söylemem rahatsız ediyor olabilir ama başımıza ne geldiyse istemeden ya da bilinçsizce yaptığımız tekrarlar yüzünden geldi diye anlatırken, işimize yarayacak ve aslen altın anahtar hükmündeki cümlelerden biri olan bu cümleyi tekrar etmek bence çok ama çok faydalı. Bana kalsa, al eline kalem kağıdı, 50.000 defa "Başrolde BEN varım" diye yaz derim. Ama tabii ki, ben ne hocayım, ne öğretmen. Sadece arkadaşınım, ama bunun da samimi bir dost tavsiyesi olduğuna güven lütfen.

Ben bunu çok tekrarladığımda ise genelde karşılaştığım tepkisel soru şu: "şeytanın hiç mi suçu yok?" Aslında yok :). Çünkü görevini yerine getiriyor ve acınası ve utanç verici olan durum şu ki bizim kulluğumuza ve insanlığımıza olan sadakatimizden çok daha büyük ve hatta sarsılmaz bir sadakati var. Bu yönden örnek almamız bile gerekebilir. Ondaki istikrar hiç birimizde yok :). Ve şeytanın varlığı "Başrolde SEN varsın" ilkesini değiştirmiyor. Çünkü şeytanın yaptığı sadece bir telkin ve yönlendirme. Yani şeytan tek başına kötülük değil, şeytana uyarak senin yaptığın şeyin adı kötülük.

Burada şeytana methiye düzüyormuş gibi görünmek istemem tabii ki ama, şu ana kadar hala galip olmayı başaran o. Hz. Adem'den bu yana, ilahi metin ve öğreti sürekli yenilenmesine rağmen, her seferinde buna karşı sabır ve istikrar ile görevine sadık kalan şeytan, her defasında bozmayı ve saptırmayı başarmış durumda. Sonrasında yeni bir peygamber ile tekrar bilgi ve kaideler tazelenmiş ama her seferinde o yine bizi saptırmayı başarmış. Ve... son müsabakadayız.

İslam coğrafyasının son halini dikkate aldığımızda ise bu son müsabakada da pek başarılı olduğumuz söylenemez ne yazık ki. Ve aynı şekilde şeytanın varlığının seni sorumluluktan azad etmediği gibi bu hal de ilahi emri kötü ya da kusurlu yapmıyor. Kusurlu olan ilahi emri uygulamayan bizleriz. Nüfus kağıdında ya da sorulduğunda müslüman olduğunu iddia eden 2 milyar insan olsa da dünya üzerinde, müslüman gibi yaşayan insan... ???

Müslümanmış gibi yaşıyoruz ve buna en çok da kendimizi inandırmış durumdayız. Kandırılmak için şeytana bile ihtiyacımız kalmamış durumda artık. Ve kütüphanelerimizde, arşivlerimizde, kültürümüzde, tarihimizde binlerce cilt eser olmasına rağmen, bunları müslümanların %99,9'u okumadığı için, okuyanlar anlatmayı beceremediği ve uğraşmadığı için, hala sığ ibadet hükümlerinin ötesinde bir tevhid ve iman anlatımı, hakikat bilgisi aktarımı yapılamadığı için hepimiz batıdan medet umuyoruz ve birçoğumuzun uyanışı ve anlam arayışı batılı eserler ve yazarlar eliyle gerçekleşiyor. 

Şunu düşündün mü mesela; Yıldız Savaşları (Star Wars) Filmi'ndeki Jedi ismi verilen üstadlar neden bizim dervişan gibi giyinirler? Neden toplantılarını çember halinde yaparlar? Neden bir ustanın elinde çıraklar (Padavan) yetiştirilir? Ve neden ışın kılıcı kullanırlar? Galaksiler arasında yolculuk yapabilecek ve gezegenleri yok edebilecek yüksek teknolojiye sahiplerken neden kılıç? Ve neden ışın kılıcı yani ışıktan yapılmış bir kılıç? Sakın bu bir seyr-i süluk tasviri olmasın? Ve neticede tarihteki ilk ışın (nur) kılıcı Güllerin Efendisi'nin (s.a.v) Hz. Ukkaşe'ye verdiği kılıç değil midir?

Hadi bu benim iyimser tasavvuf sevdalısı bir tasavvurum olsun. Peki The Matrix Filmi'ne ne diyeceksin? Sırayla bakalım mı beraber?

The Matrix Filmi'nde tüm insanlık "yalan bir dünya"da yaşarlar. Ve insanların çoğu sistemin kendisinden habersiz ve sorgusuz bir biçimde kendilerine sunulanı ve emredileni yaparlar. Bu "nefs-i emmare"dir ve insanlığın büyük bir kısmı bu haldedir. Ama başrolümüzdeki Neo "kendisini sorgulamaya ve kınamaya" başlar ve sistemi inceler ki bu "nefs-i levvame" dir. Sorgulayan Neo arayışa girer ve sistemden bazı ipuçları ve ilhamlar almaya başlar ki bu da "nefs-i mülhime"dir. Aradığı şey daha doğrusu kişi, kendisini doğruya ulaştıracak sırları bilen ve doğruya götürecek o özel kişi (mürşid) olarak Morpheus'dur. Sonra Morpheus'un elinde yetişir ve kendisini ona teslim eder. İlk filmin sonuna kadar bu mülhime girdabında bocalar bocalamasına ama başarılı olamaz ve öldürülür ama tekrar geri geldiğinde artık sistem konusunda tüm algıları açılmıştır. Yani "ölmeden önce ölür" ve tam bir kavrayış ile tekrar uyanır ki bu da "nefs-i mutmainne"dir. İkinci filmde ise artık sistem konusunda hiçbir şüphesi kalmayan Neo, sistemden yeni insanları kurtarmaya ve onlara önderlik etmeye başlamıştır ki bu da "irşad"dır. Sistem ile yüzleşen ve yazlım ile mücadelenin sonsuz bir döngü olduğunu anlayan Neo, bu sürecin, yazılım aşamasında bir neticeye varamayacağını tamamen kabullenir ki bu artık razı olduğunu gösterir ve bu da "nefs-i raziye"dir. Tam da bu aşamada artık fiziksel nesnelere de etki edebilme gücü kendini gösterir ki bu da "keramet" dediğimiz şeydir. Sonrasında sistem aynı şekilde Neo'yu kabullenir ve doğrudan iletişim başlar ve bu da "nefs-i marziye"dir. Filmin son bölümünde ise artık Neo ve sistem birbirlerine karşı bir kabullenme yaşarlar, sonsuz barış anlaşması yaparlar ve filmin son sahnesinde Neo, sistemin eliyle, en küçük parçalarına kadar ayrılarak, sistemin içine dahil olur, sistemin içinde kendi kaybolur, sistem ile BİR olur ki bu da "Fenafillah" ya da "Nefs-i Safiye" dediğimiz aşamanın sadece teknolojik bir tasavvur ile birebir anlatımıdır. Bana inanmaz isen 3 bölümlük seriyi izleyebilirsin. Anlattıklarımın nasıl da aynı olduğunu göreceksin. Ayrıca bu farkındalık ile izlediğinde en az yüz tane tasavvuf söylemlerinin birebir aynısı cümleler bulacağını da garanti edebilirim.

Ve ne yazık ki bu sadece filmlerde değil, tüm anlam arayışı noktalarında aynı şekilde gerçekleşti. 1500 yıldır, Acem'den Fars'a, Semerkand'dan Horasan'a, Anadolu'dan Balkanlar'a, Mısır'dan Endülüs'e kadar, var olduğu ve yükseldiği her yerde toplumu, ahlakı, teknolojiyi ve sanatı da beraberinde yükselten ilim, 200 sene önce "dünya yuvarlaktır" diyenleri yargılayıp, asıp, yakan bilime mağlup oldu. Artık tüm uyanış ve tekamül anlatımlarını batıdan ithal eder hale geldik. Çünkü özü bizde olan bin küsür yıllık bilgileri bugün anlayabileceğimiz şekilde anlatan kimse kalmadı.

Neyse... Bence toparlamamın zamanı geldi çünkü kendimizi kötülüyor gibi oldu ve böyle anlaşılmak asla istemem. Evet, netice itibari ile hep yenilgiye uğramış gibi gözükebiliriz ama bu bizler için geçerli, ilahi emrin geldiği dönemler ve önderlerimiz başımızda olduğu vakitler için geçerli değil. Onlar hayatta iken her zaman başarmışlar ve aynı cahiliye devrinin Araplarından gökteki yıldızlar emsali, insanlığın gurur kaynağı insanlar çıktığı gibi dönemlerinin tüm medeniyetlerini çağlar değiştirecek ve çağlar boyu örnek alınabilecek seviyeye yükseltmişlerdir. Buradaki kusur bizlerin onu takip etmeyişimizdedir. Allah her zaman galiptir, galip kalacaktır. Bizim kusurlarımız O'ndan hiçbir şey eksiltmez ve asla O'nun kelamını ve buyruğunu kirletemez. 

Öyleyse, böylesine garanti bir netice gözümüzün önünde dururken bize düşen sadece inanmaktır. Ama inanmış gibi değil; mutlak, şüphesiz, acabasız ve eksiksiz bir iman ile...

Eğer böyle bir iman olursa Alemlerin Rabb'ine, hangi türde ve hangi alanda olursa olsun, başarı sadece sıradaki neticenin adıdır.

Blogger tarafından desteklenmektedir.