Motivasyon İçin Tek Cümle Yeterli / Beden - Zihin - Ruh 19
Sana karşı her zaman anlayışlı davranmaya çalıştığımı biliyorsun. Beylik söylemleri ve sanki ben çok bir biliyor ya da başarmışım gibi konuşmayı sevmiyor ve bundan uzak durmaya çalışıyorum. Çünkü, hep vurguladığım gibi bu yolculuk ya da değişim, "sadece irade işi abi, kafada bitireceksin olayı" denecek kadar kolay değil.
Sınırlarımız daha doğrusu tamponlarımız var. Oyunu kurallarına göre oynamak derken bahsettiğim kurallar da aslen bu tamponlarımız ve bunların doğurduğu olgular. Başından beri değindiğimiz bedenimiz bu tamponların en başında geliyor. Ve tabii ki çevremiz ve tabii ki zaman mefhumu ve yine zihnin bu zaman içinde yolculuk edip durması... Yolcuğumuzun amacı da bunların üstüne çıkabilmek yani bunlara hükmedebilecek bir seviyeye yükselmek.
Daha önce, başka bir konuşmamızda, hepimizin farkında olmadan yaptığı iki çeşit meditatif halden bahsetmiştik: Uyku ve dalıp gitmek. Uyku haline geçmeden önceki 15 dakika sonrasında farkındalıklı bilinci kaybettiğimiz için ona değinmeyeceğim ama dalıp gitmek dediğimizde bu tamponların hepsinden sıyrılıyoruz değil mi? Zaman, beden ve çevreden kopuyoruz ve aynı zamanda zihin de yolculuk yapmak yerine tek bir noktada, sanki sonsuzlukmuşçasına odaklanabiliyor. İşte "akış" ve "akışta kalmak" dediğimiz hal kendini burada gösteriyor.
Konuya girmeden önce, nedense yanlış anlaşılan bir durumu düzeltmek istiyorum. Akışta kalmak tabirinin akışına bırakmak ile karıştırıldığını çok görüyor ve duyuyorum. Bir umursamazlık, vurdum duymazlık ya da salma hali olarak çokça kullanılıyor ki hiç alakası olmadığı gibi tam tersi. Çünkü akışta kalmak muazzam bir konsantrasyon ve odaklanma halidir. Bu sebeple tamponlar devre dışı kalır çünkü ne yapıyorsak "o"yuzdur akışta iken.
Bunun en güzel örnekleri aslında hepimizin her gün yaptığı eylemlerdir. Yürümek, konuşmak ve eğer yapabiliyorsak (özellikle sevdiğimiz bir konuda) okumak. Yürürken her bir adımda aslında onlarca kasımız birbiri ardına ve bazıları aynı anda gerilme ve gevşeme gerçekleştirerek iskeleti hareket ettirir ama biz bunların hiçbirini düşünerek yapmayız. Sadece yürürüz. Konuşurken de hem ciğerlerimizden gerekli havayı dışarıya çeşitli yoğunluklarda ve hızlarda gönderebilmek için göğüs kaslarımız ve diyafram kasımız çalışır hem de dilimiz ağzımızın içinde çeşitli şekiller alır ve belirli noktalara dokunurken dudaklarımızda çıkarmak istediğimiz sese göre birçok şekle girip durur. Ama biz bunların hiçbirini de yaparken düşünmeyiz.
Akışta olmadan bunları nasıl yapacağımızı incelemek için bebeklere ve eğer mümkünse küçük kedi yavrularına bakabilirsin. Bebeklerin ellerini, kollarını hareket ettirirken nasıl da orantısız ve kontrolsüz kas hareketleri yaptıklarını gözlemleyebilirsin. Nasıl da ilk başlarda bir şeyi tutmakta çok acemice davrandıklarına bakabilirsin. Veya kedi yavrularının hiçbir şey yapmazken bile ayakta nasıl da titrer gibi sallanıp durduklarına ve adım atarken nasıl da beceriksiz hareketler yaptıklarına dikkat edebilirsin. Çünkü henüz öğreniyorlar ve her hareketlerinde ne yapacaklarını tek tek düşünerek yapıyorlar. O yüzden sıralı ve tedbirli birer hareket silsilesinin aralarına hep o düşünme payları girdiği için sanki belirli pistonlar ya da kablolarla çalışan robot veya kuklalar gibi hareketler yapıyorlar. Henüz olma halini yaşayamıyorlar. Ustalaşmış değiller. Ama zaman içinde bu eylemler o kadar çok sık tekrar ediliyorlar ki, o bebekler biz yetişkinler gibi tüm hareketlerini aralıksız bir şekilde, kediler ise estetik bir kusursuzlukta gerçekleştirebilir hale geliyorlar. İşte "olmak" dediğimiz ve aralıksız, mesafesiz, boşluksuz yani "akış" dediğimiz şey de tam olarak bu.
Ben bunu ilk fark ettiğimde 20'li yaşlarımda idim. Bi' dönem ayaklarım çok koktuğu için (bu detayı niye verdiğimi bilmiyorum, samimiyetime ver lütfen) eşim bana sandalet almıştı :). Ben de çok yürüyen bir adam olduğum için o sandaletler koptu gitti. Onarmak için, o zaman bulunduğumuz evin sokağında, köşe başında bir konteyner içinde ayakkabı tamiri yapan genç bir arkadaşa götürdüm. Sandaletleri verdim, kısa bir süre baktıktan sonra arkadaş aramızdan ayrıldı :). Sanırım iki metreye iki metre o küçük konteyner içinde; döner sandalyede kendisi, solunda kalın iplerin olduğu bir çeşit dikiş makinesi, sağında bir çeşit pres makinesi, arkasında da yapıştırıcı vesaire sürmek için kullandığı düz bir tezgah vardı. Bi' o makineye, bi' diğer makineye, bi' tezgaha, bi' sağa, bi' sola, bi' arkaya, çeşitli periyotlarda devam eden bir dizi hareketten sonra "tamam" deyip sandaletleri uzattı.
Yaklaşık üç ila beş dakika süren bu onarım sürecinde bir salise dahi duraksama, düşünme payı ya da aksilik görmedim. Ve sandaletleri elime aldığımda garip bir aydınlanma yaşamıştım. Ustalığın ne olduğuna gözlerimle şahit olmuştum. Ben de işimi böyle yapabilir miydim?
Sabah erken uyandım. Gözüme ilk çarpan nesne olarak çakmağı elime aldım ve 3 boyutlu olarak modellemeye başladım. Bu arada bilgisayar destekli grafik ve tasarım uygulamalarında, o günlerde ise özellikle 3 boyutlu modelleme ve görselleştirme işinde çalışan biriyim. İşimi gayet iyi bildiğimi düşünürken, çakmağı modellemeye başladığımda daha ilk saniyelerde düşünmek için durduğumu fark ettim. Ne mi yaptım? Yaptığım kadarını sildim ve tekrar başladım. Ve her nerede takılır, duraksar ya da nasıl yapacağımı düşünürken bulursam kendimi, tekrar sildim ve baştan başladım.
Bu yaklaşık üç ay kadar sürdü. Her sabah iki saat erken kalkarak o çakmağı modellemek için uğraştım ve hiç aksamadan modelleyebilmem için belki de (yaklaşık bir hesapla) 1000 kadar deneme yapmam gerekti. Bu beni yaptığım işte usta ederken inanılmaz bir hız da kazandırmıştı. Dolayısı ile mesleki olarak da bunun ödülünü aldım.
Ama asıl mesele mesleki becerimin ya da kazancımın artması değildi. Bu denemelere başladıktan bir ay kadar sonra fark ettiğim bir hal vardı. Belli bir aşmaya kadar otomatikleşmiş ve kusursuzlaşmış olduğum için, işe koyulduğum andan itibaren öylesine motive ve farkındalık halinde bir psikolojiye bürünüyordum ki, aynı düşüncelere dalıp gitmek ya da uyku hali gibi, her şey duruyor, zaman inanılmaz derecede akışkan bir hale geliyor ve hiçbir şey ama hiçbir şey çalışmamın arasına giremiyordu. Vücut titreşimimin adeta zangırdama, vızıldama gibi yüksek bir seviyeye çıktığını adeta somut bir biçimde hissedebiliyordum. Çalışmanın böylesine keyifli olabileceğini hiç bilmediğim için artık mesleğim benim için tam bir zevk haline gelmişti. Şu anki bilgilerime o zamanlar sahip olsaydım sanırım çok daha yüksek bir farkındalık düzeyine daha erken yaşlarımda kavuşabilirdim.
Şimdi anlıyorum ki yaptığım şey sadece beklentisiz bir tekrar etme eyleminden başka bir şey değildi. Sadece o modeli bitirmek için aynı şeyi baştan ve baştan sürekli yaptım. Sürekli vurgulamaya çalıştığım "Sadece YAP" mottosunu, bilinçsizce de olsa uygulamaya koymuştum.
Sonrasında ise, bunu tüm hayatıma uygulamaya, kişisel ve ruhsal gelişimimi artırmaya çalıştım :)... diyeceğimi sanıyorsan yanılıyorsun :). Sadece daha çok iş aldım, daha çok para kazanmaya çalıştım ve daha çok iş, daha çok çalışma, daha çok para... O zamanlar meselenin sadece para olduğunu ve para kazanmanın sadece çok çalışarak başarılabileceğini düşündüğüm için... Gençlik işte... Akışta kalmak yerine hayatta kalmak sorun sanıyordum yani.
İşte bu yaşam mücadelesi anlayışı tamponlarımıza esir olmamıza sebep olur. Fatura gelir zaman tamponu tepemize çöker. Üstüne bir de ödeyemezsek diye iyice tasalanırız, elalem ne der korkusuna düşeriz çevre tamponu omzumuza oturur. Bütün bunlar sağlığımızı etkiler beden tamponu sırtımıza biner. Hepsi birleşince artık düşüncelerimiz binbir çaresizlik ve umut arayışı içinde dolanır durur, hepsinin üstüne bir de zihin tamponu eklenir. Bu yüzden hayat gelip geçmek yerine, her seferinde delip geçer.
Bunun tek sebebi ise maddi sebeplere bel bağlayıp, maddeyi madde ile kontrol etme çabamızdır. Halbuki, daha önce de söylediğim gibi, madde dediğimiz şeyin bile sadece on milyonda biri madde ama on milyonda dokuz milyon dokuz yüz doksan dokuz bin dokuz yüz doksan dokuzu mana. Ne kadar zor bir yol seçtiğimiz ortada aslında değil mi?
Bunun başlıca sebeplerinden biri de geçmişe saplanıp kalmak. Adeta bir hayalet gibi yaşamaya alıştık ya da alıştırıldık. Sanki bundan yıllar önce ölmüşüz de, o andan itibaren yeni bir şey yaşamamışız gibi, sürekli geçmişe dönük tanımlar ve etiketler ile kendimizi yargılıyor ve ona göre bir kişilik inşa edip ona göre yaşıyoruz.
Bu da şöyle gerçekleşir: Önce yapamadığın ya da başaramadığın şeye "ben buyum" dersin. Bu aslında çevre tamponuna şartlanmayı da içerir. Sonra bu şartlanma tekrarladıkça, eski deneyimlerine takılı kalıp, bunları üst üste ekleyerek "ben hep böyleyim" dersin. Bu halet-i ruhiye kemikleşir, "yapacak bir şey yok" dersin. Böyle devam eder gider, taşlaşır, kişiliğin haline gelir, "benim yapım bu" dersin. Geçmiş olsun, kırılmadıkça artık ömrünün sonuna kadar kendini sınırlamayı başardın demektir.
Bu cümleler basit bahane cümleleri gibi gelebilir ama lütfen hafife alma. Herhangi bir konuda "ben buyum" diyorsan eğer, artık kendi önüne kendin geçmişsindir ve böylece artık o konudaki gelişimini kendin durdurmuşsundur. Yani değişmiyor, gelişmiyor, büyümüyorsun demektir. Ve bildiğin gibi, eğer büyümüyor ve gelişmiyorsan ölüyorsun demektir. Ölünce de geçmişe takılı bir hayalet gibi olman çok da doğal olur haliyle.
Şimdi, bu kadar çok şey biliyoruz bilmesine, sanki konuyu çözmüşüz gibi konuşuyoruz ama yarın yine aynı şeyleri neden yapıyoruz? Bu değişim, yeni bir kişilik inşa etmek, yeni bir alışkanlık geliştirmek neden böylesine zahmetli? Anlatacaklarımı dikkatlice dinle lütfen. Tekrarın önemini de, sürecin neden uzun olduğunu da ama başarının garanti olduğunu da anlayabileceksin.
Konu beynimiz ve nöronlarımız ile ilgili, yani fiziksel. Ama bu değişim düşüncelerimiz ve davranışımız ile gerçekleşecek. Böylece, daha önce sıkça tekrarladığım, maddeyi madde ile değiştirmek yerine maddeyi mana ile değiştirmekten kastettiğim şey de anlaşılacak.
Tüm hareket ve eylemlerimiz beynimizdeki nöronların birbiri ile olan aktivitelerinin bir sonucu olarak gerçekleşiyor. Nöronun ne olduğunu bilmiyorsan bir görseline bak lütfen. ortada bir ana gövde ve etrafa uzanan bir çok ince ve küçük kollar var. Bir eylemin gerçekleşmesinde iki ayrı nöron ucu birbirine yaklaşıyor ve değmelerine çok küçük bir mesafe kalacak şekilde yaklaştıklarında elektrik sinyali ile bağlanıyorlar. İşte bu da iletişim. Bu elektriklenme hangi eylemin tetikleyicisi daha doğrusu tanımı ise, o eylemin her gerçekleşmesinde aynı işlem tekrarlanıyor.
Şimdi birbirinden iki ayrı ağaç ve bu ağacın iki dalını düşünmeni istiyorum. Bu iki dalın arasında 100 cm mesafe olsun. Sonra birbirlerine dolanmaları için, diyelim ki bir gölgelik yapmak istiyorsun, bu iki dalı birbirine değecek kadar yaklaştırıp, gövdeden uca kadar ince bir tabaka alçı ile sıvadın diyelim. Buradaki alçı, miyelin dediğimiz, sinir hücresi dallarını saran sıvıyı temsil ediyor. Sonra bu iki dalı bıraktın. Dallar eski hallerine dönmek isteyeceklerdir haliyle. Ama alçının (miyelin) etkisi ile 100 cm değil de birbirlerinden 99 cm uzaklaşacaklardır. Bunu her gün aynı şekilde yapmaya devam edersen; 98, 97, 96, 95... derken 100 gün sonra artık o iki dal birbirine bitişik halde sabit olarak kalacaklardır. İşte başta elde etmek istediğin gölgelik, yani aslında senin geliştirmek istediğin alışkanlık, artık her an kullanıma hazırdır. Bundan sonra sadece istemen yeter, dalları birbirine yaklaştırmak yani herhangi bir çaba gerektirmez.
Aynı bağlamda düşünürsen, istikrarın önemini de bu şekilde anlayabiliriz. Onu da şöyle düşün lütfen: Diyelim ki gün içerisindeki meşguliyetlerin, stres ve diğer negatif unsurlar seni 100 birim eksiye düşürüyor. Yani sabah uyanıyorsun ve akşam olduğunda -100 kadar negatifsin. Ama namaz, zikir, nefes egzersizi, artık her ne ise manevi uygulama pratiğin onu yaptığında da 101 birim pozitif yükleniyorsun. Yani ertesi güne +1 öndesin. Gün senden 100 birim alıyor ve akşamına -99 kadar negatifsin. Eğer manevi pratiğine devam edersen +101 eklenecek ve ertesi güne +2 önde başlayacaksın. İşte istikrarın önemi burada kendini belli edecek.
Diyelim ki 5 gün pratiğine aksatmadan devam ettin. Dolayısı ile artık güne +5 önde başlıyorsun. Eğer aksatırsan, bir gün ara verirsen, düz mantık +4'e yani bir gün öncesine döneceğini düşündürtebilir ve genelde de "bir günden bir şey olmaz" bahanesi bu düşüncenin ürünü olarak kendini gösterir. Ama öyle değil. Ertesi gün senden yine -100 alacağı için, başlangıca geri dönersin. Bu yüzden sen sen ol, istikrarı elden bırakma. Hani 3 gün meditasyon yapıp da bıraktığında hiçbir şey değişmiyor ve hatta bazen daha da kötü oluyor ve hissediyorsun ya... Şimdi daha iyi anladın diye düşünüyorum.
Frekanslar Hakkında konuşurken Dr. Hawkins'in bilinç haritasında dönüm noktası diye bahsedilen 200 birime neden cesaret dendiğini belki daha iyi kavrayabilirsin böylece. Evet, değişim için cesaretine ihtiyacın var, bi' gayret... Ve neden sürekli tekrar etmeye çalışıyorum "zahmetsiz rahmet olmaz" diye? Sanırım şimdi bu da daha anlamlı geliyordur. Ve neden sürekli tekrarlıyorum "her gün bir adım, hiç durmadan, hep ileri" ve "başrolde SEN varsın" diye? Bence beni artık daha iyi anladın.
Şimdi, eğer az önce söylediklerimi gerçekten iyi anlayabildiysen, artık başkası başarırken senin neden başaramadığın, başkası kazanırken senin niye kazanamadığın, başkasının işleri yolunda giderken seninkiler neden tersine tersine gidiyor gibi soruların cevabını da bulmuş olman lazım. Özellikle bu gibi serzenişlerin birçok insanı isyana sürüklediğini düşünürsek, bu farkındalık bence çok önemli. Şunu tekrarlamakta fayda var: Burası bir oyun ve oyalanma yeri. Ve her oyun kuralları ile oynandığında güzeldir ve başarı ancak böyle gelir. Dolayısı ile bir şeyler yolunda gitmiyor ya da istediğimiz gibi olmuyorsa bizim oynamayı bilmediğimizdendir.
Yani isyan dediğimiz şey kendi beceriksizliğinin suçunu Allah'a yüklemeye çalışmaktır ki diğer bir adı ile nankörlükten başka bir şey değildir. Kendi tembelliği ve basiretsizliği ile hüsrana uğrayan insan, sorumluluğu üstüne almadığı gibi bir zalimin zengin olmasından ya da bir inançsızın sağlıklı olmasından dem vurarak bir de Alemlerin Rabb'inin adaletini sorgulamaya kalkar ki bu da sadece cehaletindendir. Çünkü dem vurduğu hususlar Allah'ın adil olduğunun düpedüz ispatından başka bir şey değildir.
Paranın kurallarını bilerek hareket eden herkese, bunun altını çizmekte fayda var: herkese, zengin olma hakkını tanır. Sağlığın kurallarını bilen herkese sağlıklı, huzurun kurallarını bilen herkese huzurlu, mutluluğun kurallarını bilen herkese de mutlu olma hakkını tanır ve verir. Çünkü, isyankar insanın aksine, işine gelene ya da kendine göre olana değil, "EL-ADL" dir, yani mutlak adil olan Allah'tır.
Ve tüm bu isyan sevgisizliğin bir sonucudur. kendisi zengin olmayınca başkasının zenginliğine, kendisi sağlıklı olmayınca başkasının sağlığına, kendisi mutlu olmayınca başkasının mutluluğuna sevinemeyen, koşulsuz sevgiyi unuttuğu için şeytanın fesadına kapılmış insanın ürünüdür. Ama Alemlerin Rabb'i beklentilerinin esiri olan insanın tersine koşulsuz sevdiği için adildir ve öyle hükmeder. Çünkü EL-VEDUD'dur, yani mutlak seven ve sevilmeye layık olan Allah'tır.
Ve yine böylesine maddi tezahürlere esir olunca insan, maddeyi sadece madde ile değiştirebileceğine, maddeye sadece madde ile tahakküm edebileceğine inana inana, Allah'a inandığını sanırken, fiziksel olana, cisme, şekle, tezahürün kendisine tapar hale gelir de; ER-RAHMAN yani mutlak tezahür eden, EL-VEHHAB yani mutlak veren Allah'ını unutur. Sonra da esirgenmediğinden, gözetilmediğinden şikayet eder hale gelir. Ama az önce saydıklarımı hatrımızdan çıkarmaz isek, biliriz ki ER-RAHİM yani sonsuz ve sınırsız olasılıkları kendinde saklı olarak mutlak gözeten de sadece Allah'tır.
Kendini bilen Rabb'ini bilir ve Rabb'ini bilene ne psikolojik destek, ne yaşam koçu ne de başka bir şey gerekmez. Çünkü her türlü motivasyon için tek cümle kafidir:
Allah bize yeter.