Header Ads

Tanışalım Ben Hiç Ölemeyenim ::: 02 - Beni Gerçekten Görebiliyor Musun?


Her şeyin sona erdiği düşünülen yerde başladı her şey. Ölülerin Köşk’ten ailelerini teslim edildiğini anlatmıştım. Ölülerimizi gömdüğümüz bir mezarlık bizde de mevcut. Zuflatan diyoruz oraya, anlamı “gidenler” demek. Etrafı çok kalın taş duvarlar ile çevrili bir alan. Cenazesi olanlar dışında kimsenin girmesine izin verilmiyor. Daha önce de bahsettiğim gibi odaklandığımız şey “yaşamak.” Ölüm gayet doğal karşıladığımız bir sonuç. Köşk’e gidenin ölüsünün geri geleceğini daha o giderken bildiğimiz için ve geleceği vakti de bildiğimiz için yadırgamıyoruz. 

Ama mezarlıkta yadırgadığımız başka bir şey var. Büyük Ev… Ona böyle diyoruz çünkü Tuska’da hiç çok katlı ve taş yapı yok iken mezarlığın sınırlarında yer alan bu yapı tam 13 katlı ve sanki tek parça bir taştan oyulmuşçasına kusursuz ve yüksek. Büyük Ev’in iki kenarından başlayan kalın taş duvarlar Zuflatan’ı çevreliyor. Duvarlarında belirli aralıklar ile kare biçiminde oyuklar ve her oyukta anlamını bilmediğimiz değişik figürler ve sembollerden oluşan oymalar bulunuyor. Hiçbirimiz bunların ne anlama geldiğini, Büyük Ev’i kimin inşa ettiğini ve ilk mezarın ne zaman kazıldığını bilmiyoruz. Eskilerden bu sembollerin uyuyanlara huzur vermesi ve unutulmamaları adına kadim semboller olduğunu dinlediğini iddia edenler var ama günün sonunda bunlar birer söylentiden ibaret.

Tuska’nın her koyunda balık tutmuşluğum vardır. Her bir koyda çeşit çeşit balıklar ve her bir çeşitte ayrı ayrı lezzetler. Ama bu gece en sık gittiğim yakın koyda açılmıştım. Bu koyda su daha berrak, kum daha açık renkli ve kendine has bayıldığım bir kokusu var denizin. Balıkları da benim en sevdiklerim. Programım belliydi yani, nihayetinde bir balıkçıyım ben, işim bu. Koydan her zaman olduğu gibi Büyük Ev görünüyordu ama bu kez dikkatimi çekiyordu. Çünkü her zaman karanlık olan, kimsenin içine giremediği ve gece kadar koyu olan gizeminden çekindiği yapıda bu kez ışık vardı. Hem de parlak ve gittikçe daha da göz kamaştıran bir ışık.

“Merak kediyi öldürür” derler bilirsin. Ben de bilirim ama yine de yapacağımı yaptım ve herkesin uyuduğu gecenin tam orta vaktinde mezarlığın kapısında buldum kendimi. Aklımı kaybetmiş gibi öylece duruyordum büyük metal kapının önünde uzunca zamandır. İçeri girmemin yasak olduğunu biliyordum bilmesine ama içeri gireceğime de bir o kadar emindim. Sonunda zaten olacak olan oldu, yavaş ve sessiz bir tedirginlikte kapıyı itme cesaretini buldum kendimde. İçeri ilk adımı attıktan sonra duyduğum tek şey kalbimin gümbürtüsüydü. Toprak yumuşacıktı. Ağaçlar ve her yeri kaplayan sarmaşıklar dışarıdan göründüğünden çok daha büyük ve sıktı. Ama çok güzeller… Mezarlığın içinde olmalarının güveni ve dokunulmazlığı içinde gelişen bitki örtüsü adeta yeşil bir neşe gibi sarıyordu her yeri.

Bu güzelliğin tadını çıkarmamı engelleyen tek şey yakalanma veya fark edilme korkusu idi. Işık yaprakların arasından bile kendini güçlü bir şekilde belli ediyordu. Bir rahatlık, bir huzursuzluk arasında acele ile ışığa doğru giderken benden başka kimsenin ışığı fark edip etmediği korkusu peşimden geliyordu ki, duyduğum ses tüm korkularımı bastırdı.

“-Beni görebiliyor musun?”

Arkamı döndüğüm gibi koşarak kaçmaktan başka bir şey gelmezken aklıma, omzuma dokunan bir el ile donakaldım. Titreyerek omzuma dokunan ele doğru başımı çevirdim. Mavi ve morun tonlarıyla bezenmiş saydam bir el vardı omzumda. Omuz askımı ve omzum ile el arasına sıkışmış saçlarımı görebiliyordum altında. Şaşkınlıktan bayılmak üzere iken son bir cesaret ile hızlıca arkama döndüm.

Yeşil saçları, koyu kahverengi gözleri ve şeffaf bedeninde mavi-mor parıltılarıyla bir hanım vardı karşımda. Korkum yerini iç huzuruna bıraktı birdenbire. Belli ki Tuska’nın haberdar olduğu bir tür değildi. Ve tekrar sordu:

“-Beni görebiliyor musun gerçekten?”

Soruyu soranın kim olduğunu mu yoksa onu neden görmemem gerektiğini mi sorgulayayım karar verememişken yalnız olmadığını fark ettim. Evet, yalnız değildi. Ağaçların ardından çekingen ve şaşkın bakışlar ile ona benzeyen diğerleri kendini göstermeye başladı. Yaşlı-genç, uzun-kısa, çocuk-yetişkin… Birer birer çıktılar ortaya. Her zaman konuşmayı seven ve hatta susmayı bilmeyen ben, Tuska’nın hikaye anlatıcısı Amaruş, ağzımı bile açamıyordum. Ve tekrar bir soru daha:

“-Bizi görebilip anlaman çok güzel ama vakit çok geç değil mi?”

Vakit… Evet gece! Buraya tam eve dönme vaktinde merakıma yenilip gelmiştim ve vaktin çok geç olduğunu unutmuştum. Arkamı dönüp kapıya baktım, hala hafifçe aralık duruyordu. Koşmadan önce bir selam vermek ya da en azından bir göz teması kurmak istedim ama sanki orada hiç yoklarmış, hiç olmamışlar gibi ortadan kaybolmuşlardı.

Eve döndüğümde eşim Buluba uyuyordu. Gece avlanmalarıma alışkın olduğu için şanslıydım. Geciktiğimin farkına varmayacaktı. Ertesi gün de ona eve geç geldiğimi söylemedim çünkü neden geç geldiğimi açıklamam gerekecekti ve açıklayabileceğimi zannetmiyordum. Zaten o yere bir daha gitmeyecektim, en azından öyle düşünmüştüm ama öyle olmadı tabii ki ve ben ertesi gece tekrar döndüm. Kimsenin beni görmediğinden emin olarak, her gün aynı vakitte mezarlıktaydım. Öncesinde en kolay avlanabileceğim koyda balıklarımı yakalıyor, ardından mezarlıkta soluğu alıyordum. 

Uzun sohbetler eder hale gelmiştik. Garip bir biçimde Tuska dilini konuşuyor ama sözcükleri Lumar Halkı gibi ıslak ve yankılı telaffuz ediyorlardı. Konuşuyor, şakalaşıyor, çocuklar ile oyunlar oynuyor, eğleniyorduk. Ben anlattığımda kibarca dinliyorlardı. Ben de onları dinliyordum ama kim olduklarını ve nereden geldiklerini sorduğumda hiçbir cevap alamıyordum. Sadece sessiz bir tebessümle bakıyorlardı bana. 

Sanırım kendi sorularıma kendim cevap bulana kadar da beni yanıtlamayacaklardı.

Tam emin olmamakla birlikte dört hafta kadar sonra olanlar oldu. Her gece sandalım balıkla dolu olarak geldiğim için sabahları geç uyanmayı alışkanlık haline getirmiştim ama kimse bunu yadırgamıyordu. Erken uyananlar için bolca balık dolu bir sandal varken kimse beni tembellikle suçlayamazdı. Fakat o sabah kalabalığın uğultulu gürültüsü ile fırladım yerimden.

Halk ayağa kalkmıştı, herkes dışarıda olanlara bakıyordu, bu Tuska'da olacak bir görüntü değildi. Biz gayet sakin bir halkızdır. O yangın… Her gece gittiğim mezarlık yanıyordu. Koyu kırmızı alevler o güpgüzel ve devasa ağaçları yok ediyordu. Sanki o yapıt benmişim de ben yanıyordum, sanki biri gözlerimin önümde katliam yapmış ve onun şaşkınlığı ve acısıyla kavruluyordum. Alevlerin o cayır cayır ısısı ve bitkilerin çatırtılı sesi halkın uğultusundan bile çoktu. Ama içimdeki öfkenin sesinden daha yüksek değil… Böyle bir kötülüğü kim yapmış olabilir, hem de Tuska’da?

Bir süre yangını izledikten ve üzüntüm öfkemi bastırdıktan sonra söndürme çalışmalarına yardım etmek için eve doğru yönelmiştim ki biri acımasız bir kuvvet ile koluma yapıştı. Yüzü maskeli, iri yarı bu pelerinli de kimdi şimdi? Taş gibi katı ve bıçak gibi keskin bir ses tonuyla, beni Büyük Ev’e götüreceğini emretti. Bir suçlu, kaçak ya da katilmişçesine apar topar sürüklenirken Buluba çığlıklar atarak engel olmaya çalıştı ise de Tuska’nın yaşlıları onu durdurdu. Yaşlıların yüz ifadesine bakılırsa bu gizemli pelerinliyi tanıyorlardı. Tanımasalar bile bakışları buna teslim olunması gerektiğini anlatıyordu. Sıfır açıklama ve kesinlikle sıfır saygı eşliğinde, Buluba’ya tek söz bile edemeden pişmanlık dolu gözlerle bakabildim sadece.

Hiç kapısı olmadığını sandığımız Büyük Ev’e hiç de kapıya benzemeyen bir aralıktan girdik gizemli pelerinli ile birlikte. Bir bu eksikmiş gibi esir tutuluyordum. Her gece oldukça konforlu bir odada besleniyor, temizleniyor ve dinleniyordum. Sabah olduğunda odamdan çıkarılıyor, birçok soru ile sorgulanıyor ve bilerek yanlış cevaplar vererek günlerimi geçiriyordum. Bunu yaparak bir risk aldığımı düşünsem de, evren ve kim olduğum hakkındaki sorulara doğru cevaplar vermek daha tehlikeli geliyordu gözüme. Zamanı gelince buradan bırakılacak mıydım, kaçmak zorunda mıydım, kaçsam nereye kaçabilirdim? Aklım bu belirsizlikler ile doluyken pek sağlıklı cevaplar vermem de beklenemezdi açıkçası. Neden yaşlılar beni öylesine bırakıvermişlerdi? Günlerdir Buluba ve kızlarım ne haldeydiler? Benim cevaplanması gereken bu kadar çok sorum varken, neden kim ve ne olduğunu bilmediğim bu varlıklar bana sürekli sorular sormaktaydı? Hiçbir şey bilmiyor iken emin olduğum bir şey vardı, bundan sonrası asla normal olmayacaktı. Bu evrendeki huzurlu günlerim sona ermişti.

Ve Şuskan… Evet, Büyük Ev’in sakinlerinden gizlediğim bir sırrım vardı. Yıllar sonra tekrar rüyalarımda benimle konuşmaya başladı. Bu kez tek bir cümle ile değil, bir daha doğrusu iki istek ile karşımdaydı: İki kitap… Bunu yüzlerce yıl önce dillendirseydi bence daha iyi olurdu. Boş sandığım Büyük Ev’in boş olmadığını ve bir kütüphanesinin olduğunu bilmek çok daha iyi olurdu.

Haftalar sonra, neden olduğunu bilmediğim bir şekilde beni üst katlardaki kütüphaneye götürdüler sonunda. Yüksek tavanlı bir kat sadece kitaplara ayrılmıştı. On binlerce kitap… Yazıyı öğrenerek okumayı başarmam iki günümü, okuduklarımı anlayacak kadar kelime dağarcığı geliştirmem sadece bir haftamı almıştı. Dediğim gibi dil konusunda becerilerim yüksek. Anlatımların büyük çoğunluğu Tuska dilinin biraz daha kurallı bir türevinde olsa da on binlerce kitap arasında iki kitabı bulmak kolay olmayacaktı.

İlk kitabı bulduğumda mevsim değişmişti artık: “Karanlığın Sol Eli…” Her gün kütüphanenin penceresinden halkı izliyor, Buluba ve çocukları görmek için çabalıyordum. Ama bu yükseklikten kimse tanınmıyordu. Garip bir biçimde sanki her şey normal gibiydi. Herkes yapması gerekeni yapmaya devam ediyor, bu yaşadığım delilik hiç gerçekleşmemiş gibi günlük hayat akıp gidiyordu. Tüm bu hasret içinde kabul olmuş bir dua gibi sevinmiştim kitabı bulduğuma. Hiçbir sayfasını okumadım çünkü bu gelişme tüm ümitsizliğimi kırdığı için ilk aklıma gelen diğerini de bulabilecek olmamdı. O heyecan ve telaş içinde hızlı hareketler ile rafları kurcalarken yine bir soru ile irkildim, adeta ruhum titredi:

“-Senin adın gerçekten Amaruş mu?”

Bahçedeki hanım… Bir şeyler aradığımı anlayıp anlamadığının korkusu ile panikledim. Cevaplayamayacağımı bildiğimden soruyla karşılık verdim:

“-Ne demeye çalışıyorsun?”

O da aynısını yaptı:

“Sen gerçekten bu dünyadan mısın?”

Ben de aynısını yaptım:

“-Peki ya sen?” Ben bir şahaneyim…

O da aynısı yaptı:

“-Karanlığın Sol Eli kitabını bulduğunu biliyorum ve sana Başyapıtlar Kuşağı kitabını veririm ama sadece bir şartla, ister misin?”

Şu an ağlasam çok iyi olur… Ama madem ki bu bir soru oyunu devam ettim:

“-Neymiş o şart?”

“-Bana kitabı okumam da yardım et ve merak ettiğim kısımlardaki sorularımı yanıtla lütfen.”

“-Ama bu iki şart oldu, hanım.”

“-Bana hanım demene gerek yok, artık tanışabiliriz, adım Hetneg. Ve haklısın bu iki şart oluyor. Bu yüzden ben de senin en merak ettiğin soruya cevap veririm; eğer bana sözünü tutar, yardımını esirgemez ve sorularımı cevaplarsan.”

“-En merak ettiğim sorunun ne olduğunu nasıl bilebilirsin ki?”

Cevap vermek istemediği zamanlardaki gibi huzurlu bir tebessümle baktı bir süre yüzüme. Tam onun berrak ve saydam gülümsemesinin huzurunda kaybolacaktım ki, başımdan aşağı kaynar sular döküldü:

“-Neden hiç ölemediğini biliyorumdur belki de…”

Ben hala nasıl aklımı kaybetmedim? Şimdi kaybedebilirim, kesinlikle kaybedeceğim hatta kaybettim bile.

Blogger tarafından desteklenmektedir.