Header Ads

Salat : Rica ederim 💜💜💜 Vazifemdir / Beden - Zihin - Ruh 31



Beden, Zihin ve Ruh ile ilgili konuşmaya başladığımız bu yolculuğumuzun sonuna yaklaşırken, yanlış anlaşıldığını ve anlatıldığını düşündüğüm bir konu hususunda bir şeyler söylemek istiyorum sana. Senin beni dinleme nezaketini göstereceğine eminim ve umarım ben de dilim döndüğünce anlatabilirim. Aslında bu benim de çok eleştiri aldığım bir konu :).


Başarı, kazanç, para, tezahür ve bir olmak, birlikte bir şeyler yapmak konusunda bir şeylerden bahsettiğim zaman ya da bu konularda daha önce anlatılmış olanlar konusunda bilgilendirmeler yaptığım zaman dünyalıktan bahsedildiğini düşünüp serzenişlerini işittiğim çok arkadaşım oluyor. Nedense, hak yolunda olmanın ayakları yere basmayan, bulutlar üzerinde yürünen, anlaşılmayan muğlak cümleler ile anlatılması gereken, dumanlı ve bulanık bir şey olduğuna dair bir inanış satılmış ve birçokları tarafından da satın alınmış durumda.


Tasavvufun seyr-i süluk temelli bir bilgelik yolculuğu olduğunu seninle konuştuk bunca zamandır. Ama nedense bu bilgelik yolculuğunu insanın, beşerin yaptığını ve tam anlamıyla beden-zihin-ruh bütününde bir oluş olduğunu göz ardı eden, sadece ruhsal bir mesele imiş gibi davranan görüşler peyda oldu. Halbuki ruhu anlayamayacağımız, sadece farkında olabileceğimiz ve anlatamayacağımız, sadece farkına varanların deneyimleyebileceği bize çok önceden haber verilmişti, İsra Suresi 85. Ayet’te. 


Çünkü ÖZ (ruh) bi-zatihi O’ndandır. Farkına varanlar bile anlatamaz çünkü O anlatımlara sığmayandır. Seyr-i Süluk çerçevesinde bu konuyu biraz açalım istiyorum müsadenle. Seyr-i süluk neydi, onu hatırlayalım istersen önce: kalp ile Yaradan’a yapılan yolculuk.


Birinci Durak


Salik (Yolcu) buna niyet ettiğinde ilk karşılaşacağı şey bedensel ihtiyaçlarının kısıtlanması olur. Bir tas su, bir kuru ekmek ile sürdürür günlerini. Mesele yaşamak değil bir sonraki güne canlı kalmaktır adeta. Peki bu eziyet nedendir? Allah’a varmak için illa ki eziyet mi çekmelidir yolcu? Konu ne eziyettir ne de varmaktır. Asıl önemli olan önce bazı yanlış anlaşılmaları düzeltmek, sınırlandırılmış inançlardan kurtulmak ve anlamaktır. Peki neyi anlamak? Bu bedenin ve emirlerinin hep bir yanılsama, hep bir yalan olduğunu anlamak.


“Doymuyorum”, “acıktım”, “kurt gibi açım”, “susuzluktan kavruldum” ... Neler neler diyen bu bedenin aslında hiç de öyle olmadığını, bir tas su ve bir kuru ekmek ile pekala hayatta kalabildiğini anlar. “Çevremde insan isterim”, “karşı cinsi isterim”, “ihtiyaçlarım var benim”... daha neler neler deyip duran bu bedenin tek başında da pekala yaşayabildiğini, ihtiyaç dediklerinin ne kadar az, arzuların ne kadar çok olduğunu anlar. Bu emir verenden kurtulmaya başlar. 


Bu kızıl duraktan kurtuldukça korkularından da kurtulmaya başlar yolcu. Anlar ki yapamam, edemem, vazgeçemem dedikleri ve onların eksikliğinden korktuğu ve o korkularından da korktuğu her şey birer yanılsamadır. Onları kendisi tanımıştır, tanıdığı için hepsi tanrısı olmuştur.


Bu duraktaki tekrarı bu sebeple: “La İlahe İllallah” zikridir. Lam dilin damağa vurulmasından, Elif ve He boğazın başladığı yerden, hiç durdurulmadan çıkan daha doğrusu sadece nefesin çıkmasına izin verilen seslerdir. Kafa sesleridir bunlar, ne boğazda ne de dudakta durdurulmayan, ağzın hiç kapanmadığı bir zikirdir. Çünkü bu durakta mesele zihni uyandırmaktır. Beden olmadığını, bedenin de o olmadığını anlamaktır.


Başını bir omzundan diğer omzuna sallar yolcu bu zikri dillendirirken; bir sağa, bir sola. Dil ile ifade edemediğinde beden dilinde “hayır” yani “lâ” demektir bu: “La ilahe illallah!” “La ilahe illallah!” “La ilahe illallah!”... O’ndan başka tanınacak kimse “yoktur”, hepsine “hayır” demektir bu hali. Kendi bedeninden sıyrılmaya başlarken “beden” fikrinden de sıyrılır yolcu.


Başını sağa çevirirken beyninin solu elektrik ile parlar, başını sola çevirirken beyninin sağı elektrik ile parlar, her defasında “lam” için beşer defa damağına vurur ve elektrikle yine parlar. Uzun uzun devam eden bu elektrik yüklemeleri derinlerdeki idrak noktalarını uyarır ve yavaş yavaş anlamaya başlar. 


Anlar ki; beden, kişilik, karakter, şekil, form, cisim, madde namına ne varsa hiçbir şey mutlak manada yoktur. Her şey sadece O’nun ifadesidir. Dolayısı ile tanımlanabilecek ya da “tanrı” gibi sığ, kısır ve cılız bir ifade ile isimlendirilecek değildir Yaradan. O’ndan başka bir mevcudiyetin mutlaklılığına “hayır” demesine der ama bu kez başka bir soru vardır zihninde: Ne diyecektir?


Madem ki her şey O’ndandır ve O her şeydedir. Birçok güzel ismi vardır lakin hepsi birer sıfat ve kendi anlamları dahilinde birer sınırdır. Her bir anlamda mutlaktır lakin her anlam yolcu için yine de bir anlamdır ve birer ifade olduğu için diğerlerini dışarıda bırakır. Hangisini dese “bir şey” olur ama “her şey” olmaz. İşte her şeyin O’ndan ve O’nun her şeyde olduğunu, O’ndan başka bir mutlak mevcudiyet olmadığını tekrarlaya tekrarlaya artık korkularından sıyrılan yolcu bu soruyla dolar, dolar, dolar… 


Sonra bu doluluk bir gün taşar ve Nefs-i Emmare’nin toprak bendi yıkılır ve kök çakranın taş kilidi kırılır. Bu kırılma gerçekleştiğinde akış başladığı için tüm uyuyan yedi felek (teker / çakra) uyanır. Yolcu niyetini tamam etmiş, yola çıkmıştır artık.


İkinci Durak:


Yolcunun burada ilk karşılaşacağı şey sorusunun (şimdilik) cevabıdır. Ne diyeceğini, nasıl dillendireceğini bilemediği Yaradan’a tüm isimlerin toplamı, her isim yerine geçen isim ile seslenir: “Allah!” 


Artık sorusunun cevabını dillendirdiğinden bildim sanan zihin, ve bunu ifade etmeye çalışan beden “evet” der gibi başını öne doğru sallar. İlk hecede başını kaldırırken nefes alır, ikinci hecede başını indirirken nefes verir: “Allah!”, “Allah!”, “Allah!”... Elif, Lam ve He… Hala ses kafadadır ve hala anlaşılması gereken şeyler vardır.


Çünkü bu turuncu durak cevabı üretmiş olması ile durmaz. Cevabı zikrettikçe sorular üretir, hiç durmadan sorular üretir. Ve bu sorular çektikçe suyun derinlerine çeker yolcuyu.


Kişi, karakter, şekil, form, cisim ve madde ile sınırlandıramayacağı Allah nerededir mesela? Ama sora sora, derinleştikçe zamanla anlar ki mekana dair tüm sorular aslında şekil, form, cisim ve madde ile ilişkilidir ve böylece yine anlar ki mekanlar da sadece O’nun ifadesidir ve mekan ile ifade edilemeyecek, mekanlara sığmayacak bir kusursuzluktadır Allah.


Sorar, sorar ve sordukça derinleşir yolcu. Mekan konum itibariyle şekil ve form ile ilişkili olduğu gibi, mesafe itibariyle zaman ile ilişkilidir. Ne zamandan beri vardır Allah ve ne zamana kadardır? Her Allah! dediğinde cevap yerine daha çok soru ile derinleştikçe derinleşir yolcu.


Baskı şiddetlendikçe kendine karşı da sertleşir. Tam bildim dediği yerde daha çok soru ile karşılaşmıştır ve hala bir bedeni ve onun istekleri, bir zihni ve onun düşünceleri vardır. Bedeni istedikçe onu kınar, zihni düşündükçe onu eleştirir. Derinleştikçe baskı artar, şiddet artar. Ama bu şiddet kainatı okumaya zorlar ve cevaplar gelir.


Fark eder ki zaman da başı ve sonu ile tarif edilen bir mekanlar toplamıdır aslında. Anlar ki Allah, zamansızlığın öncesizidir. Ve yine anlar ki Allah, sonsuzluğun ötesizidir. Dolayısı ile zamandan da münezzehtir. Ve “kadar” diye biten sorular geçersizdir çünkü bu sonsuz, sınırsız ve kusursuz mükemmelliği ile Allah ölçü kavramından beridir. “Kader” yani ölçüler yaratılmış olanlar içindir, O yaratılmış hiçbir şeye benzemeyendir.


Derinleşmeye devam ettikçe baskı artar ve cevapların ardına yeni sorular gelir. Yanmaya başlar yolcu, çünkü suyun derinlerinde ateş vardır. Artık tüm soruların O’nun zatı için geçersiz olduğunu, soru sorulabilen bir şey varsa O olmadığını, cevap verilebilen bir şey varsa O olmadığını, ifade edilebilen, anlaşılabilen, varılabilen, bir şey varsa O olmadığını anladıkça, anlayamayacağını anlar.


Ateşin suyu kaynattığı an Allah lafzı ile gelir yine. Çünkü yolcu anlar ki “Allah” lafzı da ism-i cami olsa bile bir isimdir. Bir isim ise aslında bir sınırdır, sınırlıdır. Ses olarak başı ve bir sonu vardır, sonsuz değildir. Bir ifade olduğu için, ifade edebildiği için kusurdur, kusursuz değildir. Tam ne diyeceğimi buldum derken bulamadığını da anlar yolcu.


Ve ifade edemeyeceğine dair bu kadar ifadeyi ard arda dizmişken ve onu ifade edemeyeceğine dair bu kadar çok ve kalabalık cümleler kurmuşken, bütün bunların yetersizliği ile kendini ve her şeyi bırakır, O’nu O’na atfeden kısacık bir cümle kalır elinde: O O’dur. 


Başka hiçbir şeyi karıştırmadan ifade edebileceği bu cümle ile suyun derinliğinde ateşi bulur ve yanacağı durağa gelir.


Üçüncü Durak:


Bu durak varana kadar kendi sıcaklığını hissettiren, sap sarı bir ateştir. Bulduğunu düşündüğü o kısacık cümle kurtarmadığı gibi daha çok girdaba sokar yolcuyu. Çünkü “O O’dur” ifadesi de bir cümledir ve bir başı ve bir sonu vardır hala. O yüzden ifade etmeyi bırakır, cümle kurmayı bırakır, başı ve sonuna bir şey eklemeyi bırakır ve elinde bir cümleden de geriye sadece bir ses kalır: O… Yani, “HU!”...


Bu yüzden zikirlerin içinde “Hu!” zikri diğerlerinden müstesnadır. “Hu!” “O” demektir ve O’ndan başka hiçbir şey demek değildir.  Bu zikirle yanmaya devam eder yolcu. Tek harf, tek ses, tek nefes: “Hu!”, “Hu!”, “Hu!”...


“Hu!” lar “Hu!” lara karıştıkça girdabında döner durur yolcu. O… Peki ya yolcu, ne içindir, nedendir, ne yapacaktır ve ne yapabilir? Tüm ifadelerin son bulduğu bu yerde artık değersiz, gereksiz ve yok hükmünde midir? Bu girdabın karmaşasında bulanık bir dönem geçirir ve artık her şeye “O” der.


O (Hu!) der dolanır, kendine ne denirse O (Hu!) diye anlar, Sadece O (İlla Hu!) diye cevap verir. Aşığına maşuk olamamışlığından, aşık ile maşuğu hala birbirinden ayrı sandığından ne yapacağını bilemez haldedir. Elinde tek kalan O (Hu!) lafzıdır ama bu aslında bir cevap değil sadece bir duraktır. Elinde olmadan O (Hu!) der, yanar girdabının içinde.


Her şeye O (Hu!) diye diye, her şeye O (Hu!) diye yaklaşa yaklaşa gözünde yaratılmışlar başka bir anlam ifade etmeye başlar. Madem ki varamayacaktır, bulamayacaktır, ulaşamayacaktır, bilemeyecektir, kavuşamayacaktır… Madem ki varmak, bulmak, ulaşmak, bilmek, kavuşmak yoktur… Elinde tek kalanın diğer ÖZler olduğunu, bütün yaratılmışlarda O’nun olduğunu, HAYY’larda O’na yaklaşabileceğini anlamaya başlar.


Bundan sonra artık diğerleri için neler yapabileceğinin gayretiyle yanar bu durakta. Diğer insanlara ve tüm canlılığa, tüm yaratılmışlara iyilik, yardım ve hizmet için kendisinin en hayırlı (faydalı) hali için sürekli gayret eder. Gayret ettikçe anlar ki; iyilik yaptığında iyilik yapan kendisi değil iyilik yaptığı iyilik yapılan değildir, yardım ettiğinde yardım eden kendisi değil yardım ettiği yardım edilen değildir, hizmet ettiğinde hizmet eden kendisi değil hizmet ettiği hizmet edilen değildir.


Ve böylece anlar ki salat diğer insanlara, tüm canlılığa ve mahlukata O (Hu!) diye yönelmektir, O (Hu!) diye dikkat etmek, O (Hu!) diye farkında olmak ve O (Hu!) diye özen göstermektir. Elinden geleni yapar, elinden gelenin gayrısına bakmaz sadece bir memnuniyet arar karşısındaki ÖZde, bilir ki memnun ettiği de memnun olan değildir. Bir “teşekkür ederim” yeter gönlünün yangınını ferahlatmaya ve karşısındaki ne kadar teşekkür ederse etsin, karşıdaki ile doğrudan alakalı olmamakla birlikte, cevabı aynı sevinç ve neşe iledir: “Rica ederim, vazifemdir.”


İlla HU!


Neyse, yine lafı uzattım belki, kusuruma bakma n’olur. İşte benim aklımın erdiği bu kadar. Aklımın erdiği kadar gayret etmeye çalışıyorum. Herkesin olmak istediği gibi olma özgürlüğüne saygı göstermekle birlikte var olma sorumluluğumun deneyimlemek ve deneyimleyebilmek için yaşamak gerektiğine inanıyorum.


İnsanları ister din adına, ister spiritüalizm adına anlamsızlıklara boğulmasının doğru olmadığını, kürsülerden, sandalyelerden, tahtlardan, oturaklardan, platformlardan aşağı seslenerek ben oldum diyenlerin sattığı şeyin uyuşturucu olduğunu, ama ne dinin ne de maneviyatın bir uyuşturucu olmadığını, hayatın tam ortasında hatta hayatın ta kendisi olduğunu düşünüyorum. Ve biliyorum ki uyuşturucuyu alanlar kaybettiği kadar uyuşturucuyu satanlar kazanır. Yani satın alan için satılan işe yaramaz ama satan için satış işe yarar.


Ve kimin başına ne zaman ne gelse hala o kendi platformlarından konuşanların ve onların sattıkları uyuşturucuların değil de birbirine özen gösteren ÖZlerin yaptıklarının işe yaradığını görüyor ve deneyimliyorum. Ve bu sebeple laf kalabalığı, ayağı yere basmayan cümleler ve konular, muğlak ve uyuşturan tabirler ve tariflerden ziyade arkadaşlarım ile ilgilenmenin doğruluğuna inanıyorum. 


Bu yüzden öğrenci olan bir arkadaşımın öğrenimini kolaylaştırarak iyilik yapmak, anne olan bir arkadaşımın çocuklarını daha iyi anlaması ve yetiştirmesine yardım etmek, hasta olan bir arkadaşımın şifasına, memur olan bir arkadaşımın terfisine, tüccar arkadaşımın satışlarını artırmasına hizmet etmek, tüm lafügüzaflardan daha HAKK yolunda geliyor bana.


Dediğim gibi aklımın yettiği bu, gayretim bu kadar. HU!’dan HAYY!’a geçebilenlere selam olsun.

Blogger tarafından desteklenmektedir.