Header Ads

Başarıyı Saplantı Haline Getirmiş Megaloman / İçimden Geldiği Gibi 02


Kişisel gelişim sektörünün sanırım en yozlaşmış yansıması başarının imgelenmesi konusunda kendini gösteriyor. 90'ların sonunda kişisel gelişim yayınlarının raflarda üst sıralara çıkmaya başladığını hatırlıyorum. Ve çok alışık olmadığımız anlatım türlerinin yanında özellikle Amerikan senaryo yazım tekniğine uygun bir anlatım dili ile karşımıza çıktıklarında, öncelikle benim yaşımdaki heyecanlı gençler için göz kamaştırıcı kitaplar olduğunu kabul etmeliyim.

Evet, böyle bir şey var. Amerikan sinema sektörünün gelişimi esnasında ortaya çıkan bir senaryo yazma biçimi gerçekten var. Hikayesi de bir o kadar enteresan. Hollywood'un parlamaya başladığı yıllarda tabii ki şimdi sahip olduğumuz dijital kayıt teknolojileri ve sayısal imkanlar olmadığı için, eserler selüloz tabanlı şerit filmlere kaydedilmekteymiş. Bu film şeritleri büyük tekerlere sarıldıktan sonra, saniyede 24 defa yanıp sönen projeksiyon makinasının önünden geçerken sinema perdesinde görüntü oluşmakta işte. 

Buraya kadar bahsettiğim aslında animasyonun ve hareketli görüntü teknolojisinin atası ve bir anlamda da mantığının açıklaması idi. Fakat sorun şu ki makine ve üretim teknolojileri de günümüzdeki kadar gelişmiş olmadığından, film tekerini çeviren kişi de bir insan. Eski ve özellikle siyah beyaz filmlerdeki orantısız hız değişimlerinin sebebi de bu aslında. Haydi, neyse bunu da geçelim, zira Charlie Chaplin'i hızlı da yavaş da seyretsem benim için komik gelmiyor. Sanırım komiklik anlayışımız farklı :). 

Asıl mesele şu ki tek parça üretilebilecek film şeridinin uzunluğu ancak 18 dakikalık bir film kaydetmeye yetecek bir uzunluk olduğu için, her 18 dakikada bir film duruyor, makinist eski filmi söküyor ve yeni filmi takarak gösterime kaldığı yerden devam ediyormuş. Bu da filmin o anki sahnesine kadar bir beğeni elde edemez ise seyircilerin o ara sürede salonu terk etmelerine neden oluyormuş. 

İşte bu sebepten, her 18 dakikada bir senaryoda heyecan, merak veya korku gibi yüksek bir duygu noktasına ulaşılan ve film şeridi değiştirilirken "Ayyyy... Bundan sonra ne olacak acaba?" dedirten bir yazım tekniği geliştirilmiş ki seyirci kaybına uğranmasın ve filmin fısıltı ile tavsiye edilmesi çoğalabilsin. Ve Amerikan sineması hala bu kurala uygun senaryolar ile tüm dünyada liderliğini sürdürmeye devam ediyor. Çünkü tam sen sıkılacakken bir şey oluyor ve "biraz daha seyredeyim" isteği duyuyorsun. Sonra 18 dakika içinde duygunun tavan yaptığı ve yavaşça söndüğü bir parça daha ve sonra tekrar... :)... 

İşte kişisel gelişim kitaplarında da buna benzer bir teknik vardı neredeyse. Önce gerçek bir hayat hikayesi, çoğunlukla da kitabı yazan kişinin kendi yolculuğu ile inandırıcılık veren kitaplar, sonrasında o heyecanın etkisi ile sıkıcı prensip ve kurallar ile devam ediyor ama tam bırakacak iken herkesin tanıdığı ünlü ve başarılı bir kişinin hikayesi ile heyecanı tekrar doruk noktaya taşıyordu. Sonra yine madde madde anlatımlar ve yine sıkılmaya başladığın sayfalarda bu kez tarihten önemli bir karakterin anlatımı ile tekrar... :)...

Şu anda da aynısı devam ediyor. Kitaplara alışanlar için seminerler düzenleniyor ve orada da aynı yöntem var. Arka planda, sahne arkasında inanılmaz detaylı bir organizasyon, sahne önünde bass ve distortion oranı ve seviyesi yüksek müzikler, anlatımlar arasında zıplamalar, birbirine sarılmalar, el çırpmalar ve yine gerçek hayat hikayelerini anlatan gerçek kişiler ile aslında kısmen de olsa hala bir "show bussiness" durumu var. Tony Robbins'te de böyle, Joe Dispenza'da da...

Bunları anlatıyor olmamın sebebi seni kişisel ve ruhsal gelişimden soğutmak değil, sakın beni yanlış anlama. Ama bu işin Amerikan ticari zekası yönünü de anlamanı önemsiyorum. Çünkü, bu show bussiness'ın yan etkileri var. Ve bu yan etkilerin yoğun olduğu durumlarda sonuçların ağır olduğunu adım gibi biliyorum. 

Sana daha önceki konuşmalarımızda içinde sevgi olmayan bir şeye kalkışma dediğimi hatırlıyorsundur umarım. Gel sen beni dinle, inan ki ben de ne diyorsam seni sevdiğimden söylüyorum. 

Ama kişisel gelişimin Amerikan cinsine kendini kaptırdığında en çok karşılaşacağın ve ne yazık ki tekrarlamaya başlayacağın cümleler şunlar olacak: "Ben başardım", "Ben yaptım", "Ben kazandım"... E, ama BİZ'e ne oldu cancağızım, BİRR'e ne oldu?

Kazanmanın ne olduğunu biliyor musun peki? Bir müsabakayı kazanmak, bir yarışı kazanmak, bir piyangoyu kazanmak.. Ne demek biliyor musun, diğerlerinin kaybetmesi demek. Yani senin tuttuğun futbol takımı kazandığında karşı tarafın kaybetmesine, bir yarışı kazandığında senin gerinde kalanların kaybetmesine, bir piyangoyu kazandığında diğer tüm talihli adaylarının kaybetmesine sevinmiş olmuyor musun? Yani sen kendinden başka herkesin üzüntüsüne mi seviniyorsun? Şimdi meselenin içindeki nefsi görebildin mi? Egonun seni nasıl kandırdığını fark edebildin mi? Şimdi nasıl bizi bize düşürerek, bizi bize ayrı gayrı göstererek sırtımızdan ne kadar çok kazandıklarını anlayabildin mi? Anla lütfen...

Ben sana neden hiç Robert Kyozaki'den örnek vermiyorum sanıyorsun? :)... Ya da Tony Robbins'ten veya Bob Proctor'dan anlatırken hep karakter gelişimin ile ruhsal gelişimine destek verecek örnekleri seçiyorum sanıyorsun? :)... Çünkü para konusunda biraz derine indiğinde bu amcaların her birinin en çok övdükleri şey şu oluyor: Bileşik Faiz... Şundan iki yıl öncesine kadar öve öve bitiremedikleri, hatta mucize olarak tarif ettikleri finans sektörü, malum hastalıkla çatırdamaya başlayınca, bu defa da hükümetlerin hunharca para basmasından, yok efendim büyük sıfırlamadan, ekonomi balonunun patlamasından falan bahsedip milyonlar izlenip milyonlar kazanıyorlar :). Kapitalizmin kendini yavrularını yiyerek büyüyen bir canavar olduğunu, para basmadan enflasyon, enflasyon olmadan bileşik faiz üretemeyeceğini çoluk çocuk bile biliyor artık. Sanki yeni farkına varmışlar gibi seni korkutmak aslında amaçları. Korkmalısın ki satın almalısın... Ama bu alımlar da sana dönmeyecek ne yazık ki...

Şu örneği verdiğimde hep tepki topluyorum çünkü seveni çok, ama burada biz bizeyiz, bir de sana anlatayım. Bundan iki ya da üç sene önce bir futbol takımı, şampiyon olduğu ve bir de bilmem ne kupasını kazandığı için 2 Milyar TL ödül almış. Evet 2 Milyar TL, 2'den sonra 9 adet sıfır var :)... 2 Milyar demek, 2.000 tane Milyon TL demek. Bugün 1 Milyon TL destek alabilmek ve hem üretime hem de istihdama katkıda bulunabilmek ve idealini, hayalini, amacını gerçekleştirebilmek için kapı kapı dolaşan on binlerce kardeşimiz var. Muhtemelen senin çevrende bile vardır çok güzel bir fikri, onurlu bir hayali olduğu halde kaynak yetersizliğinden küçük adımlar ile yetinmek zorunda olan bir pırlanta beyin. Bunun yanı sıra ülkemizdeki ilçe sayısı 900 küsür. Yani sadece bir futbol takımının kazandığı ve çok küçük bir zümre tarafından paylaşılacak olan bu para ile ülkenin her bir ilçesinde hem de 1'er Milyon TL'lik çok büyük yatırımlardan 2'şer tane yapılabilirdi. Her ilçede diyorum, buna dikkat et lütfen. Bu yatırımlar işsize iş, üreticiye tesis, devlete vergi, ticarete ihracat olabilirdi. Ama zaten çok parası olduğu için egosunu tatmin edebilecek başka imkanlar ona kolay geldiğinden bir futbol takımının başına geçen bir kalantorun bilinirliğinin artmasına ya da zaten tek bir birey olarak ihtiyacının şöyle durdun lükslerinin bile çok üstünde bir zenginliğe sahip olan bir futbolcunun bonservis ücretinin artması oldu sadece. 

Ama bak, ben hep diyorum ya başrolde SEN varsın diye, yine öyle işte. Kimse senin cebine eline sokup paranı almıyor. Ve kimse senden çuvalla para da almıyor. Bir maç bileti de, kişisel gelirin ile karşılayabileceğin bir miktar, bir bisküvi de, bir sigara da. Bu küçücük paralar ile kuruluyor o dev imparatorluklar. Haydi bunu ulusal  çapta düşünme, kendi mahallene bakalım. Emin ol ki, Sadece bugün, sadece bir gün; bisküvi, sigara, çikolata, kahve vesaire gibi asla birer ihtiyaç olmayan ve hatta safi zehir olan harcamalara yapılan harcamalarınızı mahalle olarak toplayabilseydiniz, hiçbir mahallede aç, fakir, soğukta kalmış ya da evladının eğitim masraflarına çare olamamış tek bir aile bile kalmayacaktı. Ama... Aması çok derin işte.

Neyse konunun dışına çok çıktım yine. Kişisel gelişim konusuna geri dönelim. Bu konuya, özellikle de mevzuya materyalist bir yaklaşım ile yaklaşan ekollerde derine daldığında varacağın nokta değer kaybı olacak. Ya kendin dışındaki unsurları değersizleştireceksin ve "başarı için her şey mubahtır" gibi bir saçmalığa varacaksın ya da işlerin hiç de anlatıldığı gibi olmadığını tecrübe ettiğinde kendini değersiz hissetmeye başlayacaksın. Birazcık biyografi okuduğunda ne Steve Jobs'un ne de Bill Gates'in pek de kıymetli kişilikler olmadığını hatta bizzat birinci derece yakınları konusunda bile ne kadar insafsızlaşabildiklerini görebilirsin. 

İşte bu başarıyı saplantı haline getirmiş megaloman halidir. Ama çoğunlukla övülen de bu değil mi? Jobs Wozniak'ın tüm emeğini çalmış demiyor hiç kimse. O kadar süper bir zeka imiş ki o fikri geliştirmiş ve hayata geçirmiş. Fikri o yükseltmiş :)... Ya da Gates Jobs'un fikrini araklamış, denmiyor. Öylesine vizyonermiş ki o fikri daha Jobs çıkarmadan piyasaya sunmuş. O şunu yıkmış geçmiş, şu da bunu ezmiş geçmiş. Sen de böyle ol ki, sen de büyük adam ol... 

N'olursun olma. Lütfen...

Bu kendi benliğini yücelten, egoyu tanrılaştıran bir yaklaşım. Ancak kendinden büyük bir amacın olduğunda kendi ÖZünün de büyüklüğüne kavuşabileceksin. Aksi takdirde varacağın yer hiç sevginin olmadığı bir nokta olacak. 

O da varabilirsen. Çünkü bu hezeyana kendini kaptırdığında göreceksin ki işler sana anlatıldığı gibi değil. Ortada sadece bir mücadele var. Hiç bitmeyen bir mücadele... Her şeyi yapmalısın başarmak için, hepsini sen yapmalısın, hep kazanmalısın, hep birinci olmalısın ve her zaman en iyisi... İroninin en acıklı kısmı da burası ya zaten. Hem her şeyin yeterince olmadığını, savaşmayı, mücadeleyi, zirvede sadece bir kişilik yer olduğunu öğretip öğretip, sonra da en iyisi sen olmalısın demek. Bir kişilik yer varsa, demek ki bir kişi olabilecek zirvede... Ama o kitaptan 100.000 adet basılmış. O zaman bir kişi başarabilecek iken 99.999 kişi kitapta anlatılanı başaramayacak mı? Nasıl bir iş bu? :)...

Sonunda tüm bu değersizliğin neticesi olarak kendini büyük bir boşluk, yokluk ve hiçlik altında ezilmiş bulacaksın. Sen bir istikrarsız, beceriksiz, işe yaramaz ve tabii ki başarısız olacaksın. Emin ol, bu dünyada hiçbir şey insan bedenine boşluk kadar ağır bir yük bindiremez. Kendine bunu yapma, hem de bu kadar kıymetli ve özel iken. Alemlerin Rabbi tarafından seçilmiş iken kendine bu değersizliği giyme. O giysi sana çok dar gelir, çok sıkar. 

Ben sana kitap okuma demiyorum tabii ki, mutlaka oku. Okumaktan hiçbir zarar gelmez ama tabanın sevgi olduğu sürece. Çok okuyan biri olarak çevremden sürekli "bana bir kitap önerir misin?" ya da "okuduğun kitapları bana da söyler misin?" gibi ricalar alıyorum. Söylemem de önermem de :). O kitapların beni ne kadar uzağa sürüklediğini de, hangi girdaplarda havasız kaldığımı da, hangi çukurlarda karanlıkla boğuştuğumu da, hangi uçurumlardan ne kadar sert düştüğümü de, kaç parçaya bölündüğümü de, birleştirmenin ne kadar zor ve acılı olduğunu da unutmadım çünkü. Şu an varlığına her an minnet duyduğum her şeyin kıymetini bu kadar bilmem de bundandır. Çünkü yokluklarının nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Ama parçaları sevgi ile birleştiremeyenleri de biliyorum. O yüzden söylemem de önermem de. En azından kendi okuduklarımı :)...

Oku, sen de oku ve okumaya gönlün var ise zaten yol kendini gösterir sana. Ve bir kitabı bitirmeden sıradaki kitap kendini çoktan göstermiş olur, için rahat olsun. Yeter ki oku. Başka birinin okuduğunu okumana gerek yok zaten, senin gönlünde ne varsa onu oku. Meşhur diye değil, herkes okuyor diye değil, gündemi takip edeyim diye değil... Sevdiğin için oku... Birilerine iyi gelen kitabın sana da iyi gelmesi gibi bir denklem yok zaten. Sen gönlünün aktığını oku. Yeter ki oku.

Ha, ille de bir tavsiyemi istiyorsun; tamam seni kırmayayım: Kur'an-ı Kerim oku. Kur'an-ı Kerim okumadığın günü yaşanmış bir günden sayma. Kur'an-ı Kerim okumadan başladığın günü başlamış sayma. Kur'an-ı Kerim okumadan bitirdiğin bir günü bitmiş sayma. Seni sana anlatmak için ineni, Alemlerin Rabbi'nin kelamı olanı okumadan başka bir kitabın kapağını bile açma, elini bile sürme. 

Ben ya da başkası dedi diye değil. İlk emir olduğu için: OKU!



Blogger tarafından desteklenmektedir.