Header Ads

Yazar Adayı, Keçi Peyniri ve Logo Tasarımı :) / İçimden Geldiği Gibi 05


Konuya maddeciler ve manacılar diye başlamak istiyordum aslında ama kulağa çok güzel gelmediğini fark ediyorum. Çünkü maddeci dediğimde bir aşağılama gibi hissettiriyor sanki. Manacılara da bir isim bulmak gerekirse ne diyeyim spirituelist mi? :)... Ruhçular... :)... O zaman maddecilere de materyalist diyeyim de tam olsun :)... Farkındaysan birazcık nezaket göstermeye çalıştığımda bile, azıcık sevgi ile hareket etmeye çalıştığımda dahi ayırmak, ikilik çıkarmak kolay değil. Bu yüzden hep vurgulamak istediğim de bu zaten: Önce sevgi tarafından bak, sonrası güzel ve kolay olacak.

Kişisel gelişime önem vererek iş ve dünya yaşamının standardını yükseltmek isteyenler ile manevi bir yöneliş gösteren ruhsal gelişim yolcuları arasındaki sorunun kaynağı da bu zaten. İkilik... Yani ikisini ayrı görmek. 

Einstein'i bilmeyenimiz yok değil mi? Peki Einstein'in bilimin bu seviyeye gelmesindeki en büyük keşiflerinden biri neydi? : Görelilik Kanunu. Formülü sormayacağım merak etme :). Ama görelilik kanunundaki ana tanım ne idi: Uzay-Zaman. Yani Mekan ve Zaman. Einstein çözülemeyenleri çözmeye Mekan ve Zamanın birbirinden ayrı değil, aynı bütünün yansımaları olan iki algıdan ibaret olduğunu bulduğunda çözmedi mi? Evren'in aslında "biçimlendirilmiş" ya da "şekillendirilmiş" bir uzay-zaman olduğunu. "Biçimlendirilmiş" ve "şekillendirilmiş" kelimelerine ayrıca dikkat etmeni isterim. Biçimlendiren kim, şekillendiren kim?  Kaburganın içinde serin bir rüzgar estiyse cevabı biliyorsun demektir :).

Biz aslında seninle Frekanslar Hakkında konuşurken zamanın mekan ile yani maddeler ve maddelerin birbirlerine olan mesafeleri ile konumları sayesinde var olabildiğinden bahsetmiştik. Bunu şöyle düşün: Seni bembeyaz bir boşluğa bıraktım. Sen varsın ve sadece sonsuza kadar uzanan bir beyazlık. Hiçbir eşya ya da herhangi başka bir şey yok. Orada belli bir süre kaldın ve sonra seni geri çıkardım. Orada ne kadar süre kaldığını bilebilir misin? Bilemezsin çünkü ne güneşin doğusunu batışını görebildin, ne kolunda veya duvarda saat vardı, ne eskiyen veya bozulan bir eşya vardı. Dolayısı ile ölçebileceğin bir mekan yoksa zamanı bilemezsin. Orada 30 dakika da kalsan bilemezsin, 30 yıl da kalsan bilemezsin. 

Bu yüzden artık şu ikilik anlayışından vazgeç lütfen. Buraya yaşamaya geldik ve yaşamazsak hiçbir şey deneyimleyemediğimiz için hakkını vermiş olmayacağız. İkilikten kurtulmak için ilk yapmamız gereken de reddetmeyi bırakmak olmalı. Neyi reddetmek dersen, cevabım yine "yaşamak" olacak.

Yaşamak dediğimde ise "bu hayat sana güzel" kabilinden bir yaşamak değil bahsettiğim, her şeyiyle yaşamak.

Hani hastalığında, karnının ya da başının ağrımasından şikayet edip sızlanıyorsun ya. onu yapmak yerine belki bir masaj yapmandan ya da ağrı kesici ile bastırıp yarın yine seni hasta edecek şeyi yapmak yerine düşünüp hasta olmayacak bir yaklaşımı benimsemenden bahsediyorum.

Hani halının üzerine çayı döktüğünde küfrediyor ya da söyleniyorsun ya, onu yapmak yerine temizlemek veya düşünüp bir dahakine tepsi kullanmayı akıl etmenden bahsediyorum.

Hani işi savsaklayıp yetiştirmek için son gün uğraşırken elektrikler kesildiğinde "her sıkıntı da beni mi bulur" diye isyan ediyorsun ya, onu yapmak yerine enerji gelene kadar kaldığın yerden hızlıca devam etmek için bir plan yapman veya bir dahakine yapılması gerekeni zamanında yapmak için bir öz disiplin geliştirmeyi akıl etmenden bahsediyorum.

Sadece güzel olanı istemek yerine olanın güzelliğini görmenden bahsediyorum. Sadece istediğinin olmasını istemek yerine olanın kendisini istemeyi öğrenmekten bahsediyorum. Sadece işine geleni kabul etmek yerine gelenin kendisini iş edinmenden bahsediyorum. 

Bu reddedişlerden kurtulduğunda yaşamaya başlayacaksın yani yapman gerekeni yapmaya. Yapman gerekeni yapmazsan, hayatın gerekeni yapması gerekecek benden söylemesi. 

Bu yaşamayı reddediş yüzünden arapsaçına dönüyor her şey. Şöyle acayip şeyler oluyor mesela: 

Bir genç yazar adayı, hayalleri var. Kitabını yazmak ve herkesin okuduğu bir yazar olmak istiyor. İmza günleri, belki okuma toplantıları, yayınevleri ile yaptığı anlaşmalar, belki de kitabının senaryolaştırıldığı günleri hayal ediyor. Şimdi bunların hepsi ego tabanlı zaten ama oraya girmeyeceğim :). Genç arkadaşımızın hayallerine saygı duyuyor ve sevgi ile destekliyorum. Ve tabii ki bu genç arkadaşımız Edebiyat Fakültesi'nde okumakta. Ama ne oluyor biliyor musun, özellikle de gençliğinin verdiği heyecan ile, hemen kitabını yazmaya başlıyor. Okul, dersler, sınavlar... Bunlar çok sıkıcı... :)... İlk heyecan ile belki belli bir yere kadar bir şeyler karalıyor ama dünyada geçirdiği dakika sayısı o kitabın tamamlanması gereken kelime sayısından az olduğu için bir yerlerde tıkanıyor tabii ki. Zaten kitabın bitmesini de beklemeden birkaç arkadaşına okutuyor hemen, çünkü kafa hep o imza gününde, övgüleri şimdiden almak istiyor. Bir de -doğal olarak- eleştiriler kötü gelince kitaba da küsüyor. Bu arada sınavlardan kalınmış, derslerden çakılmış, okul uzamış... Sonrası hüsran üstüne hüsran...

Bir de teknoloji geliştiren bir genç arkadaşımız var, uygulama yazıp tüm dünyada isim yapmak hedefi, tüm dünyada bir ilk belki de... Dolayısı ile Teknoloji Fakültesi'nde bilgi teknolojileri ile ilgili bir bölümde okuyor. O ne yapıyor dersin, uygulamasını hemen geliştirmeye başlıyor, hem de kağıt üzerinde bile fikri oturtmamışken daha. Doğrudan klavyenin başına geçiyor. O çok daha idealist olduğu için bu dönem, belki de bu sene derslere girmeyi hiç düşünmüyor zaten. Okul boş iş :)... Zaten Steve Jobs bile okulu bitirmemiş ki... :)... Adam pazarlamacı zaten, yazılım bilmiyor ki :)... Neyse, bütün sene boyunca bir şeyler programlayabilmek için kendini paralıyor ama ilerledikçe görüyor ki şu modül için bu programlama dili, bu modül için ise şu yazılımın paket tabanını kullanması gerekiyormuş. Bir de grafikler için de bir tasarımcı ile çalışmayınca olmuyormuş öyle Cin Ali gibi :)... Halbuki okul da öğretiliyordu sanki bunlar. Hem belki okuluna devam etseydi ilgili konularda bir çevresi de olabilirdi. Neyse, vaz geçmek yok, fikri çok güzel olduğu için devletin verdiği desteklerden birine başvurabilir ve ekibini kurabilir.... Ne! Üniversite mezunu olmak şartı mı arıyorlarmış?... İşte buna "Mavi Ekran" ya da "Fatal Error" diyoruz :)... Fatal Error, ölümcül hata demek bu arada :)...

Bir de bizim genç ortaklar var. Bunların aklında da süper bir fikir var. Şu anda ikisi de ayrı işlerde çalışıp belli bir miktar kazanıyorlar ama hedefleri en azından milyoner olmak, ama milyarder fikrine de sıcak bakıyorlar :). Akşamları buluşup buluşup açacakları Yöresel Gıda Pazarı hakkında konuşuyorlar. İkisi de ortak olduğu için ikisi de patron olacak demektir di' mi ya? O zaman şirket yönetmek ile ilgili kitaplar falan alalım diye kararlaştırıyorlar. Yarın da işten izin alıp şu çarşıdaki dükkanları gezelim diye sözleşiyorlar. Ertesi akşam dükkan kiralarının pahalılığından dem vurduktan sonra en önemli mevzuyu konuşmaya başlıyorlar: Logo... Evet, logosuz olmaz tabii ki, çok güzel bir isim ve logo lazım. Henüz ortada bir diş bile Kastamonu Sarımsağı yok ama logo şart :)... Sonra bir de ürün listesi lazım, keçi peyniri olmazsa olmaz mesela... Oradan borç bulalım, buradan kredi çekelim, logo yaptırmışken içeriyi de dekore ettirelim derken, ellerindeki işi bırakıp bulabildikleri ile dükkanı açıyorlar. Ama yaşadıkları ilçenin nüfusu 50 bin, borç 400 bin. Önce ellerindeki işe sahip çıkıp sermaye biriktirmeyi mi düşünselerdi acaba? Ayrıca, 400 bin liralık genel kültür bilgisi, keçi peyniri her istediğin zaman olmuyormuş meğer :)...

Şimdi... Hiç kimsenin hayallerini küçümsüyor ya da "hayal kurarken kendini sınırla" demek istiyor değilim. Bu konuda asla yanlış anlaşılmak istemem, benim de en sevdiğim şey hayal kurmak ve hayallerinin peşinden giden insanlardır. Lakin, gel birlikte ayeti hatırlayalım: "Dünya hayatı oyun ve oyalanmadan ibarettir." 

Oyundur dolayısı ile kuralları vardır. Kuralları olmazsa oyun olmaz ve her oyun kuralları ile oynandığında güzeldir. Aksi takdirde bir tepinmeceden ileriye gitmez. Oyalanmadır dolayısı ile geçicidir. Bundan sonra gerçek ve sonsuz bir hayat vardır ki aslında nihai hedef buradaki oyunu orası için bir araç olarak kullanmak olmalıdır. Yani demek istiyorum ki oyunu ve kurallarını da, bu yüzden madde unsurunu da reddedemezsin; oyalanmayı ve geçiciliği de, bu yüzden maneviyat unsurunu da reddedemezsin.

Dünya üzerinde yaratılmamızın sebebi de bu işte, tam aradayız ve her ikisine de ulaşabilecek donanımda yaratıldık. Atom altına doğru indikçe gündelik hayatımızda geçerli olan fizik kurallarının geçerli olmadığını biliyoruz artık. Orası bilinmezleri ve görünmezleri kabul ettiğimiz bir fevkaladelikte çalışıyor, bunu en azından kabul etmiş durumdayız. Ama makroya baktığımızda da inanılmaz bir fizik kuralları hakimiyeti var. Devasa yıldızlar, gezegenler, uydular mükemmel bir matematik ile birbirleri etrafında dönüp durmakta. Biz ise tam aradayız. Her iki tarafın yeteneklerine erişebilecek yaratılıştayız.

Tam da bu yüzden hastalandığımızda hem ateşimiz çıkıyor enfeksiyonu öldürmek için, hem de moralimizi yüksek tutmak ve şifa ayetlerini okumak işe yarıyor. Madde ve mana her zaman iç içe ve bir arada. Tam da bu yüzden Özümüz ruhumuz iken bu et parçası bedeni deneyimliyoruz. Tam da bu yüzden Alemlerin Rabbi'nin tüm esmalarının bir karması olarak yaratıldık. 

Ama şu taraftarlık meselesi, nefsin şu tarafgirlik tuzağı paçamızdan yakaladığı için birinden birine meyletme hastalığından kurtulamıyoruz. Şöyle ki, İş hayatını kişisel gelişim öğretilerine göre kurgulamış bir arkadaşımıza, verdiğin para eksilmez, verdiğinden çok artar, asıl verdiklerin daha çok senindir dediğimizde inandıramıyoruz. Şu 100 TL'nin 2,5 lirasını bağışlarsan bereketlenecek, artacak dediğimizde; "Hayır... 100 - 2,5 = 97,5... Azaldı işte" diye bir yanıt geliyor. Aynı şekilde maneviyata eğilimli bir arkadaşımıza da "Şu hayrı işlemek için bu kadar para gerekiyor" dediğimizde ise; "Benim parayla işim olmaz... Dua edelim, Allah verir" gibi bir cevap alabiliyoruz :)... 

Burada kısa bir ara vereyim, eğer ki biri sana; "Benim para ile işim olmaz" diyorsa, lütfen oradan koşarak uzaklaş, hem de arkana bile bakmadan... Kişisel tavsiyemdir :).

Bak... Düşünerek namaz kılmıyoruz değil mi? Belirli zamanlarda ve bedenimizin belirli hareketleri ile kılıyoruz. Oruç tutarken de uykuda tutmuyoruz, gündüz vakti, işimizin gücümüzün arasında ve acıktığımız bir zaman diliminde tutuyoruz. Zekat verirken de hayır dua ederek zekat vermiyoruz, doğrudan malımız üzerinden zekat veriyoruz. Hac da aynı şekilde belirli sayılar, belirli günler ve saatlere göre yaptığımız bir ibadet. Dolayısı ile madde ve mana hep birlikte, kurallar hep var ve nihai nimet bu kuralların neticesi olarak vuku bulabiliyor.

O zaman can dostum, derviş kardeşim, yol arkadaşım... Lütfen teslim ol ve yapman gerekeni yap sadece. Şu anda ne yapman gerekiyorsa onu yap. Hediyen de, yardım da, lütuf da şu an yapman gerekenin içinde saklı çünkü. 

Okuduğun bölümden memnun olmayabilirsin, şu anda yaptığın işten memnun olmayabilirsin ya da sınavlara hazırlanmak zor geliyor olabilir ama şu an önünde olandan keyif almak önünde olan ile ilgili değil, amacın ile ilgili. Teslim ol ve yapman gerekeni yap ki, sevsen de sevmesen de yaptığın şey tatlansın, lezzetlensin. Aksi takdirde bu da zehir olacak, varmak istediğin de sen varamadan kuruyacak, çürüyecek. 

Zirveye ulaşmak istiyorsan o yokuşta yorulacaksın. Her patikayı, her kayayı, her taş parçasını severek ilerlersen yol çok keyifli geçer, çünkü zirve o yolun sonunda. Ama her taşa söylenirsen, "yokuş olmak zorunda mı" deyip durursan o yol bitmez. Hem çıkılacak, tırmanılacak bir yokuş olmasa zirve nasıl olacak? Dümdüz yaylada yükselecek bir yer bulamazsın değil mi?

Yaşamak lazım yaşamak... Tüm yaşanmışlıklar Allah içindir (Ettehiyyatu lillahi). Her zerrede O var, bu yüzden her deneyim öylesine kıymetlidir. Teslim olmak, kıymetini bilmek, olanı sevgi ile kabul etmek ve yaşamak lazım.



Blogger tarafından desteklenmektedir.