Header Ads

Doktor Joe Dispenza'nın Mucize ve Gerçek Kendi Hayat Hikayesi / Joe Dispenza Türkçe 14


Bazılarımızın uyanması için alarm çalması gerekir. Benim içinde 1986'da çaldı. 

California, Palm Springs'te triatlondaydım. O sırada yarışın bisiklet etabındaydım ve bir kavşağa doğru yaklaşıyordum. Bu arada diğer yola doğru dönen, iki bisikletçi vardı. Karşı tarafta da bir polis memuru duruyordu. parmağını bana doğrulttu, sonra şu şekilde sert bir işaret yaptı; bana kavşaktan dönmemi söylüyordu. Ben de dikkatimi o polise yöneltmiştim. O sırada yola bakmıyordum. Ancak adam arkadan gelen trafiği göremiyordu. Ve ben tam dönerken, yaklaşık 90 km hızla giden dört çeker bir Bronco bana arkadan çarptı ve beni bisikletimden fırlattı. Ve yere sırtüstü, belimin ve kalçamın üstüne düştüm.

Yere böyle sert düştüğünüzde basınç kuvveti, omurlarınıza, aşağı doğru bir baskı uygular. Ve basınç kuvveti benim omurgamdaki altı omuru da sıkıştırmış. Sekizinci, dokuzuncu, onuncu, on birinci, on ikinci torasik ve ilk lomber omurlarım kırılmış. O şiddette bir baskı olunca, o hacmin bir yere gitmesi gerek. Bende arkama doğru, omuruma gitti. Omurlarımdan sekizinci torasik vertebranın yüzde 60'ından fazlası ezilmişti, içinden omurilik geçen sinir yayı, çubuk kraker gibi kırılmıştı. Anlayacağınız hem torasik hem de bel omurlarımda çok sayıda kırık vardı. Omuriliğimde kemik parçaları vardı ve sinir yayı kırıldığı için de sinirler sıkışıyordu. 

Sonra beni hastaneye kaldırdılar ve daha sonra Güney California'da dört uzman cerrahın da görüşünü aldım. Tahminler bir daha yürüyemeyeceğim yönündeydi. Ve "Harrington Omur Saptırma Çubuğu" denen bir ameliyat olmam gerekiyordu. Harrington Çubuğu ameliyatında, omurlarınızın arka kısımlarını kesip oraya çelik çubuklar yerleştirirler. Çubuklar vidalandığı yerde bir manivela görevi yaparak, omurgayı omurilikten ayırır, böylece yolu açar. Sonra doktor kalçanızdan kemik parçaları alıp bunun üstüne yapıştırır ve iyi bir sonuç umar. Bende de çok sayıda kırık olduğu için, Çubukları ense kökümden omurgamın en altına kadar koyacaklardı. 

Bu arada, bu kaza başka birinin başına gelseydi, muhtemelen ona bu ameliyatı olmasını söylerdim. Ama söz konusu bendim ve ben röntgenlere, MR'lara bakıp ameliyata karar verecek kadar tez canlı, sabırsız biri değildim. Ve sonra, bence böyle durumlarda kararsızlık çekerken bir seçim yapmanız gerektiğinde bu en zor anınız oluyor. Çünkü bildiklerinize karşı bilmediklerinizi tartıyorsunuz. Kendinizi ruhunuzun en karanlık gecesinde buluyorsunuz. Çünkü buna sizden başka kimsenin cevap veremeyeceğini anlıyor, belirsizliğe adım atma sürecine girmiş oluyorsunuz. 

1986'da Günay California'da, geleneklere karşı gelen pek kimse yoktu. Bilimsel, tıbbi, sosyal ya da dini gelenekler olsun, riayet edilirdi. Ama bence geleneklerin dışına çıkmanız, mucizenin tanımı oluyor. Böyle bir şey yaptığınızda, başarılı olana kadar her zaman size aptal ya da deli; sonra aziz, mistik ya da dahi derler. Ve ben de gönüllü olarak, bu belirsizliğe adım atmaya bizzat karar verdim. Hayatımın kalanını ilaçlara bağımlı, tekerlekli iskemlede geçirmeyi düşünemiyordum. 

Böylece, hastaneden ayrılmaya karar verdim. Kafamda tek bir düşünce vardı: "Vücudu yaratan güç, onu iyileştirir de" düşüncesi. Bunu düşünmeden edemiyordum, çünkü bize hayat veren, kalbimizi attıran, yediklerimizi sindirten bir akıl olduğunu biliyordum. Bilinçlilik farkındalıktı, farkındalık da dikkatini yöneltmekti. O halde dikkatimi kim olduğuma yöneltmem lazımdı. 

Ben de bu sözünü ettiğim akılla irtibat kurmaya karar verdim. O'na bir plan, bir kalıp, bir model verecektim. Ne istediğime dair çok net olacaktım ve yaratımımdan memnun kaldığım an onu büyük akla teslim edecektim. Çünkü o şifalandırma yolunu benden çok daha iyi biliyordu. 

İkinci dediğim şey de, yaşamak istemediğim hiçbir düşüncenin farkındalığıma kaymasına izin vermeyeceğimdi. Tabii bu, entellektüel açıdan bakınca kolaymış gibi geliyor ama aklımı öyle kolay toplayamadığımı çok çabuk öğrendim. Ve kriz dönemlerinde, benimki gibi travmatik olaylarda, olmasını istediğimiz şey yerine istemediğimiz şeye odaklanma eğiliminde oluyoruz, yani kendime, biz insanlar için var olan sonsuz olasılıkların arasından en kötü senaryoyu seçiyordum. Bunu zihnime tekrar tekrar getiriyor, duygusal olarak da benimsiyor, kendimi buna hazırlıyordum. Çünkü daha azı olursa hayatta kalma şansım artar diyordum. Ve bence kriz durumlarında, bizi en kötü durum senaryosuna hazırlayan da stres ve hayatta kalma hormonlarıdır. 

Kısacası zihnimde omurlarımı tek tek yeniden yapılandırmam gerekiyordu. Derken aklıma tekerlekli iskemle geliyordu. Sonra olmasını istediğim şey yerine istemediğim şeye odaklandığımı fark ederek durdum. Ve baştan başlamam gerektiğini anladım. Bunun nedeni de bu aklın varlığıydı. O yanımdaydı. Nasıl yanınızda biri varken dikkatinizi size yöneltir, ama yanınızda değilken dikkati dağılır... Ben de tamamen onunla olmak ve çok net bir sinyal, net bir plan sunma gereği hissettim. O yüzden yeni baştan başladım. Omurgamı yeniden inşa ediyorken; "evimi satsam mı, kliniği mi satsam mı?" diye düşünmeye başlardım. Tekrar durdum, farkına vardım. Bu sefer telaşlandım, sabırsızlandım, sinirlendim ve daha da kötü oldu. 

Neyse, altı hafta boyunca, ruhumun bu karanlık gecesinde dolaştım durdum. Çünkü aklımı yapmak istediğim şeye tam anlamıyla veremiyordum. Gözlerimi kapatıp başka şey düşünmeden, her bir omuru onarmam yaklaşık üç saatimi alıyordu. Ve dikkatim her dağıldığında, en başından başlıyordum. Yaptığım şeyden tam anlamıyla tatmin olamıyordum ama yine de yapmaya devam ediyordum.

Bu altı haftanın sonunda bütün süreci dikkatimi kaybetmeden baştan sona yapabildim. Raketin en etkili noktasıyla topa vurmuş gibi oldum. o an bir şey oldu ve ben o an, bu işi başardığımı hissettim. Üç saat vaktimi alan şeyi 45 dakikada yapabilmiştim.

O zamanlar bilmiyordum ama meğer ben her gün beynimde yeni devreler ateşleyip bağlıyormuşum. Ve dikkatimi toplama yeteneğimi geliştiriyormuşum. Bu da golf, tenis gibi bir yetenektir. ne kadar çok pratik yaparsanız, o kadar iyi olursunuz. Bir yere gidemiyor, bir şey yapamıyordum, yüzükoyun yatıyordum, bir sürü vaktim vardı ve bu da benim hedefim, amacımdı. 

Tüm süreci baştan sona yaptığım sıralarda vücudumda gözle görülür değişimler fark etmeye başladım. Ağrılarım hafiflemiş, sonra aniden bitivermişti. Yavaş yavaş iyileşiyordum. Uyuşma, karıncalanma, motor fonksiyonlarım geri dönmeye başlamıştı. Kendi içimde yaptığım şeyi, benim dışımda ürettiğim etki ile ilişkilendirdiğim an, yaptığım şeye dikkat etmeye başladım ve bu işi, korku yerine daha fazla tutku ve coşku ile yapar oldum. Ve yükseltilmiş duygunun, bu işi eğlenceli ve kolay hale getirmek için katalizör olduğunu fark ettim.

Sonra düşünmeye başladım; "Tekrar yürüyebilecek miyim?... Daha önce nelerin kıymetini bilememişim?..." Mesela gün batımı, duş almak, dostlarımla yemek yemek ve iyi vakit geçirmek... Ve birden kuantum alanından olasılıklar seçmeye başladım. Bunlar artık en kötü durum senaryoları değil, gerçekten olabilecek şeylerdi. Sonra bu deneyimi duygusal anlamda tamamen benimsedim. Kumsalda gün batımını izlemeyi, duş almayı, bunları hayalimde yaşayıp hissettim. 

O sırada yaptığım şeyi pek bilmiyordum, fakat net bir niyette bulunup, duygunuzu yükseltirseniz, beyninizi ve bedeninizi geçmişten alıp geleceğe götürüyorsunuz. Ve siz ciddi anlamda odaklandığınızda beyninizle bedeniniz, bunlar dış dünyanızda mı oluyor, iç dünyanızda mı, ayırt edemiyor. Ve ben de yükselmiş duygumla bedenimi, gelecekteki gerçeklikte yaşadığına ikna etmeye başladım. 

Çünkü beden bilinçsiz zihindir, aradaki farkı bilmez. Yeni yollarla yeni genlere sinyal gönderdim ve bedenimde ciddi değişimler olmaya başladı. 10 hafta içinde ayaklarımın üzerinde durabildim ve 12 hafta sonra derslere geri döndüm. Bu arada vücudumda, belimde ağrı kalmamıştı. Ve kendimle bir anlaşma yapmıştım; "Bu büyük akıl" demiştim, "tekrar yürümemi sağlarsa, hayatımın kalanını zihin-beden bağlantısını çalışmaya adayacağım." Ve 86'dan beri de bunu yapıyorum.    


      

Blogger tarafından desteklenmektedir.