Header Ads

Bana da İnanma! Sadece YAP! / Beden - Zihin - Ruh 29



Bugün bir heykeltraşı veya bir tahta oymacısını düşünelim birlikte. Başlangıçta ellerinde kocaman bir taş blok ya da koca bir kütük olan iki zanaatkar. Fakat asıl hammadde bu iki kaba saba nesne değildir, gerçek malzemeleri akıllarındaki figürlerdir. Dikkatlerini o figürlere verirler, taş ve kütükle uğraşırken odaklandıkları hep akıllarındaki şekillerdir. Sonra yontma başlar.


Yontma demek aslında ihtiyacı olmayan kısımları atmak demektir. İşte bu aşama istemediklerine odaklanmak yerine istediklerine odaklanarak istemediğin kısımları yavaş yavaş eksiltmektir.


Ama bir günde olmaz her şey. Her gün, hiç aksatmadan, yontma devam eder. İşte bu düzenli tekrar ve istikrardır.


Yontma devam ettikçe, başta kaba saba olan taş ve kütük yavaş yavaş odaklandıkları figüre benzemeye başlar. Her gün biraz daha benzer, her gün biraz daha kendini hissettirir. Artık ona baktıklarında bir taş ya da kütük görmek yerine akıllarındaki figürü görmeye başlarlar. İşte bu da tanıdık gelmektir.


Ve figür tanıdık gelmeye başladıkça ince işler artar. Başlangıçta büyük çekiçler ve güçlü darbeler ile başlayan işlem, daha özenli vuruşlara, zımparaya ve cilaya doğru ilerleyen bir hassasiyetle devam eder. İşte bu da netliktir.


Farkındaysan aslında güzel ve iyi şeylerin süreçleri hep birbirine benziyor. Bu sebeple bu işler bir heves, bir hobi olmaktan ziyade bir cesaret ve aşk işi oluyor. Biraz ondan biraz bundan, birkaç gün öyle birkaç gün böyle, bir yapayım bir yapmayayım… Olmuyor… Olmayacak… 


O yüzden ilk cevaplanması gereken sorulardan biri bu bence: Sen kendi ömrünün zanaatkarı olacak cesareti, özeni ve azmi gösterecek misin yoksa başkalarının sana biçtiği, yonttuğu ve layık gördüğü hayatı mı satın alacaksın? Evet, doğru tabir “satın almak” çünkü her nasıl olursa olsun yine de bir bedeli olacak.


Sen kendi hayat yolculuğunun ve yaşam evinin mimarı olmaz isen birileri sana ne yapman gerektiğini söyleyip duracak. Sürekli kurallar, kısıtlamalar ve istisnalar belirlenecek ve hep senin uyman beklenecek. Birileri şunu yapmalısın diyecek sen onu yapacaksın ya da birileri şunları şunları yapamazsın diyecek ve sen onları yapmayacaksın. Ne yol senin yolun olacak ne de hayat senin hayatın.


Birileri diyecek ki “yemek takımın şu adet olmalı”, “şu vitrinde durmalı” ve sen alacaksın. Birileri diyecek ki “bu senenin moda rengi bu” ve sen kıyafetin olmasına rağmen o renk kıyafetler alacaksın. Birileri “herkesin fotoğraf paylaştığı cafe pek bi’ meşhur oldu bu aralar” diyecek ve sen de orada zift benzeri bir içeceğe bir sürü para harcayacaksın.


Yani birileri aslında sana ne satın alman gerektiğini değişik cümleler ile söyleyecek ve sen hep alacaksın. E, bi’ bedeli olacak demiştim :).


Kısacası; ya kendine zahmet olarak bir ödeme yapacaksın ve karşılığında rahmet alacaksın ya da ömrün boyunca sürekli başkalarına ödeme yapacaksın ve senin olmayan bir sefaleti sürekli satın alacaksın. Seçim ve karar tamamıyla sana ait.


Ve bu satın alma ne yazık ki sadece ürünler ile sınırlı kalmayacak çünkü alıştın artık bir kere. Fikirler ve inançları da sorgusuz olarak satın almaya başlayacaksın. Şu ayıp diyecekler yapmayacaksın, bu günah diyecekler kaçınacaksın, doktor iyileşemezsin diyecek hasta, öğretmen akılsızsın diyecek eğitimsiz, baban beceriksizsin diyecek başarısız olacaksın. 


Her tekrar eden şey gibi tüm bunlar da birer inanca dönüşecek ve sen aslında inandığının bile farkında olmadan bir sürü şeyle kodlanmış olacaksın ve yine farkında olmadan başkalarının sana dayattığı şeyleri kendin seçmiş sanarak senin olmayan bir hayatı yaşamaya devam edeceksin. Daha da acıklısı, ben ya da bir başkası seni bu konuda uyardığında itiraz edecek, her birine mantıklı olduğunu düşündüğün kılıflar ya da bahaneler sıralayacak ve belki de beni reformist veya anarşist olmakla suçlayacaksın. Çünkü kendini bu tür kalıplar ve bağımlılıklar ile inşa eden ego (nefs) asla değişmek istemeyecek ve direnecek.


Tam da bu sebeple ister dini, ister kültürel, ister kap kaskatı kör kara cahil inançlar olsun, hep çalışır. Örneğin, dünyanın hangi coğrafyasına gidersen git her kültüre ait büyü ve büyücülük versiyonları ile karşılaşırsın. Bunların büyük bir çoğunluğu deli saçması diyebileceğin türden şeylerdir ama yine büyük bir çoğunluğunun ne kadar etkili olduğuna dair tonlarca yaşanmış hikaye de vardır. Çünkü asıl işe yarayan büyü değil büyüye olan inançtır.


Ve güzel dostum, bu sebeple sana sürekli “Sadece YAP!” diye tekrarlıyorum. Çünkü benlikle (ego - nefs) özdeşleşmenin muhtemelen en yüksek seviyede olduğu bir çağda yaşıyoruz ve sana dayatılmış o kadar çok inanç ve o kadar çok bu inançları tetikleyen uyaran var ki; canının isteyip istemediğini, çevrenin ne tepki vereceğini veya başarmanın ne kadar süreceğini düşünmeye başlarsan vazgeçmek işten değil. Bu yüzden boşver, canın istemese de YAP! Bu yüzden boşver, elalem ne derse desin, sen YAP! Bu yüzden boşver, ne zaman olur, ne zaman biter diye düşünme, sadece YAP!


Belki de beyin ve zihin arasındaki ayrımın farkına varamadığımız için sorunlar yaşıyor olduğumuzu anlamamız gerekiyor. Zira beyin doğuştan itibaren her birimizde olsa da zihin dediğimiz şey bedenimiz, çevremiz ve zaman ile beynin biriktirdiği bilgilerin toplamı. Beyin bir araç iken zihin bir yazılım hatta bir arayüz. Bu sebeple beynimiz için ne kadar şükretsek az ama zihnimize ise o kadar da çok güvenmemeliyiz ya da en azından temkinli davranmakta fayda var diyebiliriz.


Ve yine bu bilgi, doğduğumuz an itibari ile evrendeki yıldızlar, gezegenler, içinde bulunduğumuz toplum, kültür ve kollektif bilince dair çevremizden nasıl etkilendiğimizi ve etiketlendiğimizi açıklayabilir. Çünkü bomboş bir beyin ve her şeyi bilen bir kalp üzerine zihin inşa edilir. Bu bize yeni doğan çocuğun kulağına neden ezan okuduğumuzu da açıklar. Zira her şeyi bilen ve farkında olan bir ruhun zihnine de verdiğimiz ilk duyusal bilgiler bir zemin teşkil etmek açısından çok önemlidir. Ve yine bu özellikleri sayesinde zihne her ne zaman ne ekildiyse sonrasında bu değiştirilebilir. Çünkü ilk bilgi de dahil olmak üzere zihinde yoktur sonradan edinilmiştir ve bu değiştirilebileceğinin en büyük kanıtıdır.


Bunu kelimeleri düşünerek çok daha rahat anlayabiliriz. Dört ayağı olan ve bu ayakların üzerinde bulunan düz bir tabladan oluşan nesneye biz “masa” deriz. Fakat aynı nesneye bir ingiliz “table” der. Ve bir alman ise “tisch”... Peki o nesne bir masa mıdır, table mıdır, tisch midir? Her üçü de doğrudur ve geçerlidir. Çünkü kelime dediğimiz şeyler, belirli sıra ile oluşan seslerdir ve biz bir varlığı ifade ve işaret etmek adına o seslerin karşılığı olduğunu öğrenir ve kabul ederiz. Aynı bu küçük örnekte olduğu gibi her şey için zihin öğrendiği ve kabul ettiği bilgiyi kayıt eder ve işler. Geri kalan her şey de zihin için dışarıdan alınmış, kabul edilmiş ve kaydedilmiş bilgilerdir.


Peki ilk doğduğumuzda hiçbir kayıt yok ise zihnimizde, bu bize bir şey anlatır mı? Evet, hem de çok şey anlatır. Öncelikle şunu anlayabiliriz, zihin belirli bir yaşa kadar bu sebeple hep teta dalga seviyesindedir. Çünkü her şeyi yeni kaydettiği için ve henüz kıyas ve koşul olarak kabul ettiği bilgi tekrarları gelişmediği için olduğu gibi kabul eder. Ve biliyoruz ki beta dalga seviyesi kabul ettiğin belirli bir şey üzerine dikkatini verdiğinde oluşur. Ama çocuk için henüz öyle ayırt etmeler oluşmadığından beta dalgasında gezinmez ve her şeyi olduğu gibi kabul eder. 


Peki bu ne demektir? Çocuk her şeye tarafsızdır. Yargılamaz, ötelemez, kınamaz veya ayrı kabul etmez. Yani koşulsuzdur, saftır. Belki de neden nefsin son mertebesinin adının Safiye olduğu biraz daha açıklık kazanabilir böylece. Peki hiç bir şeyi ayırmayan çocuk ne yapar? Sever… Çünkü her şey aynıdır hem gözünde hem gönlünde. Bu sebeple sevmekten başka bir şey kalmaz ve bu yüzden çocuk her şeye merak duyar, her şeyi merak eder ve biz ona tehlikeli, kötü, pis, cıssss diyene kadar ne hiçbir şeyden korkar ne hiçbir şeyden geri kalır.


Güzel şeyleri peş peşe hatırladığımda edindiğim bir alışkanlık var, Canımız ciğerimiz Can Ahmet’imizi düşürürüm illa ki gönlüme. Gel birlikte onun sözünü hatırlayalım: “Her çocuk islam fıtratı üzere doğar…” O dediyse doğrudur. Demek ki islam her şeyi ama her şeyi koşulsuz, katışıksız, amasız, acabasız, falansız, filansız, ayırt etmeksizin sevmek değil midir? Öyledir, çünkü o dediyse doğrudur. Ve işte yine “salat”, aynı çocuğun ayırt etmeksizin her şeye gösterdiği dikkat, ilgi, alaka ve özenin ta kendisidir.


Peki, buraya kadar anlaştıysak ve zihnin bir kayıt cihazı ve bu kayıtlara göre çalışan bir zihin ve arayüz olduğu konusunda hem fikir isek, bilgilerin doğruluğu konusunda kime ve nasıl güveneceksin? Buna ben de dahil olmak üzere, sana anlatılanların iyi mi kötü mü, doğru mu yanlış mı, işe yarar mı yoksa zırva mı olduğunu nasıl bileceksin? Ya ben de saçmalıyor ve yalan yanlış bir şeyler geveleyip duruyorsam? İşte bunun tek bir çözümü var: İnanmak yerine deneyimlemek.


İşte bu yüzden son sözüm yine ve yeniden şudur ki: Bana da inanma, sadece YAP!

Blogger tarafından desteklenmektedir.