Beyin Kullanma Klavuzu
Bu dünya nedir? Neden var? Biz neden varız? Ve varoluşun amacı nedir? Sorular ve sorular…
Sorular bu kadarcık iken cevaplar neden çok daha fazla? Soru kadar cevabın olması gerekmiyor mu? Üç - dört adet soruya yüz tane cevap veriliyorsa farklı farklı, bunların hangisinin doğru olduğuna nasıl karar verilecek? Daha da korkuncu, yüz adet cevabın 96 tanesi yanlış ise, bu tehlikeden insanlar kendini nasıl koruyacak?
İşte iş başa düşüyor yine: aklını kullanmalı, bilgisini genişletmeli ve egosunun sesini tanıyabilmeli insan. Beyni kullanmanın, daha doğrusu “beyni doğru kullanmanın” anahtarı bilgi ve sezgiselliğin dengesinden geçiyor bence.
Beyin Nasıl Kullanılır?
Akledebilmemiz için elimizde bulunan beyin oldukça yeterli bir organ aslında. Hatta yeteneklerinin çok büyük bir kısmını henüz kullanamıyor olduğumuz da ortada. Ama ne yazık ki, alet ne kadar iyi olsa da “kullanıcı hatası” burada da bir faktör olarak karşımıza çıkıyor. “Beyin nasıl kullanılır?” diye bir küçük kitapçık lazım bence :).
Bunu şöyle düşünebilirsin; davulun sesi hoş gelir ama doğru çalarsan. Bıçak ile çalarsan yırtılır, çekiç ile çalarsan patlar, çay kaşığı ile çalarsan duyulmaz. Davul tokmak ile çalınır.
E, beyin de böyle işte: Miden ile çalıştırırsan kudurur, çükün ile çalıştırırsan azar, gözün ile çalıştırırsan ziyan olur. Beyin kalp ile çalıştırılır.
Kalp ile çalıştırılırsa; içeriye doğru derinleşirken dışarıya doğru genişler, yakınlara uzaktan bakabilirken uzakları yakın eder, geçmişinden güç alır geleceğine güç katar.
Kalp ile çalştırılırsa; nezaket ve ferasetten yana fukara olmaz, sağduyudan ve öngörüden bihaber olmaz, ilerlemenin ve insanlığın ruhundan uzak olmaz. Özgür olur, kardeş olur, eşit olur.
Kendi Lanetini Sevmek
Dezavantajları da var tabii. Göz ardı edilebilirsin ve sıkıcı hatta gülünç bile bulunabilirsin çoğu zaman. Sıklıkla da kovulursun sevilmeyen ortamlardan. Zira beynini kullanmayanlar seni hasta ederken, onlar da senin onları hasta edeceğini sanırlar. Sen “buradan gitsem fena olmaz” derken, onlar da “buradan gitsen iyi olur” derler.
Gitsen de bu bir lanettir ve kurtulamazsın. Her gittiğin yerde birileri sana kalbini açar, kendi omzundaki yükü sana yükler. Dinlersin, anlatırsın, fayda ve katkı sağlamak amacı ile hizmet edersin. Sonrasında da sana anlatılanları unutmak ve yoluna devam etmek istersin ama ne fayda.
Okumak en iyi ilaç ve yoldaştır. Ama yine duramazsın yerinde ve bir de üstüne yazarsın. Fikirler bir alev çağlayanı gibidir, içini yakar ve soğutmak için yazıya akıtmak zorundasındır. Soğutmazsan öyle parlar ki, yıldızlardan hatta güneşten bile parlak hale gelirler, gönlünü kamaştırırlar. Bir zehir gibidir, dışarı atılmalıdır. Ve cahil kafalar da şaşılacak bir tevafuk ile aynı görüştedirler, senin onları zehirlediğini düşünürler.
Ama yazmazsan hayat bunaltıcıdır. Beyninin içinde ağır bulutlar var gibidir, oraya sıkışmış ve sızmak için yer arar gibi dolanır dururlar. Ama yazdıktan sonra; için serinler, ferah bir meltem sinirlerinde gezinir, gündüz mavi gökyüzü bomboş bile olsa gülümser gibi parlar, gece yıldızlar ufacık da olsa parıl parıl sana göz kırparlar, herkesin hareketsiz sandığı yapraklar el sallar, rüzgar şarkı söyler, şehir samimi hikayeler anlatır, güneş senin için batar ve ay senin için yükselir.
Yürüdükçe
Ve yeni fikirler ve sözler, zifiri karanlıkta her iki yanı meşaleler ile aydınlatılmış bir yol gibi çağırır seni. Ateşin aceleci hareketleri ve havada uçuşan kıvılcımlar öylesine cazip ve onun dışındaki her şey, her yer o kadar karanlıktır ki, başka gidecek hiçbir yer yokmuş gibi yürürsün yine.
Yürüdükçe anlarsın; o zihin, ego, hatıralar, el, kol, bacak, sıcak-soğuk, ileri-geri, yukarı-aşağı, hava, rüzgar, deniz, nehir, taş, toprak… her ne varsa hiçbiri sen değilsindir aslında.
Yürüdükçe anlarsın; hissettiklerin ve hisettirdiklerin, hoşlandıkların ve hoşlanmadıkların, istediklerin ve istemediklerin, sevindiklerin ve üzüldüklerin, yaptıkların ve yapmadıkların… bunların da hiçbiri sen değilsin.
Yürüdükçe anlarsın; annen ve baban, eşin ve arkadaşların, kardeşlerin ve evlatların, tanıdıkların ve tanımadıkların, ülken ve milletin… ve hatta yaşam ve ölüm bile… bunlar bile sen değilsindir.
Sen Sensindir
Sen sensindir, ve geri kalan her şey sana göre onlardır. Sen olmasan yine kendileridirler ama sana göre olan şeyler değildirler. Demek ki sen hem her şeysindir kendi evreninde ve hiçbir şeysindir. Yani hem o kadar varsındır ki sensiz olmaz ve o kadar yoksundur ki hiçsindir.
Ve bu anlattıklarımı kimse anlamaz :)... Karışık işler bunlar. Çünkü neredeyse herkes “anlamam için, inanmam için görmem gerek” der. Ama ben derim ki “görmen ve anlaman için önce inanman gerek.” Anlaşamayız yani, çok şe’etmemek lazım.
Yol yürünmeden aynı şeyleri göremiyoruz ne yazık ki. Herkes kendi neyse onu tezahür ettiriyor hayatında ve bu şekilde herkesin kendi aleminde kendi gelecekleri var. Herkes kendi geleceğinin mimarı iken karşılaştığımız oluyor gibi geliyor ama neyse düşüncendeki sen öyle görmüyorsun benim yolumu ve aynı şekilde ben de seninkini.
Herkes istiyor, ama herkes kendi inandığına göre alıyor bu hayattan. Bu yüzden her pencerenin ardında bambaşka hayatlar var. Hepimizin aynı mahallede oturuyor olmamız benzer hayatlar yaşadığımızı göstermiyor. Ne istiyorsan ve ne kadar inanıyorsan o kadar alıyorsun işte. Dolayısı ile her adem kendine alem.
Ama yine de küçük görme sakın kendini. Çok şey bizden büyük gibi görünebilir ama biz insanız.
Ben yazıyorum işte böyle. Seni hiç tanımadan ve hiç tahmin bile edemeden. Nasıl edebilirim ki? Hangi yerde ve hangi zamandasın, hangi hayallerin peşine hangi geçmişinin yükü ile gitmektesin, nasıl bilebilirim? Yazının zamansızlığı kurtarıyor beni tam bu noktada. Çünkü nerede, ne zaman ve ne şartla beni okuyor olsan da biliyorum ki, temel meselelerimiz birbirine pek benzer. Benden önce yaşamış birine ulaşsa bile bu metin -neden olmasın?- kendine göre bir şeyler bulur. Hoşuna gideni alır, beğenmediğini unutur. Okumak da bu değil mi zaten?
Dinleyecek Kadar Yürekli
Dedim ya insanız biz, hem bambaşkayız hem de çok benzeriz. Benim istediğim de seni biraz cesaretlendirebilmek. Yaşamak adına, var olmak adına seni biraz yüreklendirebiliyorsam ne mutlu bana. Çünkü senin yüreğin bu dünyayı oluşturan atışlardan biri ve bence sana ihtiyacı var bu dünyanın, yarınların ve yarınların insanlarının.
Çünkü biliyorum ki, ancak cesur insanlar birbirlerini dinleyebiliyor, birbirlerini sorgulayabiliyor ve fark edebiliyorlar. Ve bu çok güzel bir şey. Arıyor insan yanında dinleyecek kadar yürekli birilerini. Çoğunluk bulamıyor ya, işte tüm dertlerin sebebi de bu belki.
Ve dertlerimizi de ancak yürekli insanlar yürek yüreğe verirse çözebilir bence. Sen beni dinlersin ben seni dinlerim, dinleyecek kadar cesur isek ve dinleyecek kadar sevebiliyorsak birbirimizi, çözüm bulmak ne kadar zor olabilir ki?
Ve eğer çözüm ise aradığımız, yanlışı bozmak ve doğrusunu inşa etmekse gayemiz, zor kararlar almak ve bunları uygulamak ise meşguliyetimiz, birbirimize birbirimizi hatırlatmak, “biz”i hatırlamak ise… gerçekten yürekli insan lazım insanın yanına.
İyi ki varsın. Seni tanıdığıma çok memnun oldum. Umarım arkadaşlığımdan sen de memnun kalırsın.