Header Ads

Görmediğim Rabbe İbadet Etmem, Kalbim Bana Rabbimi Gösterdi / Abdulkadir-i Geylani 01


İki adım vardır ki, eğer bu iki adımı atabilirsen Hakk’a ulaştın demektir. Eğer kalbin ve ruhunla, dünyayla ahiretten birer adım, nefsinle (ego) diğer insanlardan da birer adım uzaklaşabilirsen, Hakk’a ulaşmış olursun. Sen, kalbin ve ruhun ile bu görünenleri terket. İşte o zaman önce başlangıçta, sonra da sonda Hakk’a ulaşırsın. Sen önce başla. İlk adımı at. Onu tamamlamak, Aziz (Egemen) ve Celil (Yüce) olan Allah’a düşer. Başlamak senden, bitirmek de Aziz ve Celil olan Allah’tan. 

Öyle yatağında, yorganının altında ve kapalı kapılar ardında miskin miskin durma. İş ara. Çalışmak istediğini dile getir.

Eğer bina sağlam bir temel üzerine oturtulursa, yıkılmaz. Yerinde karar kılar. Sağlam bir temel üzerine oturtulmadığı takdirde ise, kısa zamanda çöker, yıkılır. Tıpkı bunun gibi, eğer sen de kendi halini dinin görünür ve açık olarak bilinir hükümleri üzerine oturtursan, hiç kimse ona noksanlık veremez, herhangi bir yerinde gedik açamaz. Fakat eğer dinî hayatını onun görünür ve açık olarak bilinen hükümleri üzerine oturtmazsan, durumun sağlam olmaz. Dinî hayatının bir tarafında bir gedik açılabilir. Temel çürük olduğu için, bir mertebeye de ulaşamazsın.

Allah yolunda halka hitab etme yetkisi insanlardan, onların da salihlerinden, pek ender kişilere nasib olur. Salihlerin (Erdemlilerin) adeti susmak, sükut etmek, mümkün mertebe konuşmamak, daha çok dinlemek ve tefekkür etmektir. Gerçi konuşmakla görevlendirilenleri de vardır. Böyleleri, istemeyerek, ellerinden olmadan ve her türlü meşakkatlere katlanarak konuşurlar. Bu konuşmalardan sonra, hakikatler apaçık hale gelir. İmam-ı Ali Efendimiz, bu konularla ilgili bazı sözlerinde şöyle der:

- Eğer perde kaldırılmış olsa, imanımdaki kesinlik ve sarsılmazlıkta hiçbir artış olmaz. (İmanım o derece sağlam, güçlü ve sarsılmaz bir noktaya gelmiş ki, hakikatlerin önündeki perdenin kalkmasının bile imanıma vereceği bir sağlamlık, bir artı yok.)

- Görmediğim Rabbe ibadet etmem.

- Kalbim bana Rabbimi gösterdi.

İlim, kâmil âlimlerin ağzından öğrenilir.  Alimlerin meclislerinde güzel ahlak ile otur. Onlara itiraz etme. Onların meclislerine, ilim ve kültürlerinden yararlanmak maksadıyla git. Başka amaçlarla gitme. Böylece ilimlerine sen de erişebilesin. Bilgi ve kültürlerinin bereketi sana da gelsin. Faydaları, seni de kaplasın.

Ariflerin yanında, sükut ederek otur. Zahidlerin yani dünyayı önemsemeyenlerin yanında, onlara ilgi göstererek otur.

Arif, içinde bulunduğu her anda, Allah’a, bir önceki andan daha yakındır. Arifin, İzzet (Üstünlük) ve Celâl (Görkem) sahibi Rabbine karşı beslediği huşu, tevazu ve alçakgönüllülük, her gelen an yenilenir. O, bilinmeyenden değil, göz önünde olandan korkar. Yani onun nazarında Rabbi, her an hâzır yani göz önünde ve nâzır yani onunla gözgözedir, görünmez değildir. Huşusunun yani içkinliğinin artması, Rabbine olan yakınlığının artması nisbetindedir. Rabbinin huzurunda dilsizliğinin artması, O’nu müşahedesinin yani birebir tanıklığının artması kadardır.

Kim ki Aziz ve Celil olan Allah’ı tanırsa nefsinin, heveslerinin, doğasının, alışkanlıklarının ve bedeninin dilleri tutulur, dilsiz olur. Buna karşılık kalbinin, özünün, halinin, makamının dilleri açılır. Onlar tutulmaz, dilsiz olmaz. Onu kaplamış nimetleri açığa vurarak konuşurlar. İşte bunun içindir ki arifler, daha çok sükut ederek yani susarak otururlar. Böylece kendilerinden faydalanılabilsin. Kalplerinden fışkıran irfan şarabından içilebilsin.

Kim ki İzzet ve Celâl sahibi Allah’ı bilenlerle haşır neşir olmayı arttırırsa, o, nefsini bilir. Rabbine karşı da daha çok alçakgönüllü olur. İşte bunun içindir ki, şöyle denir:

-Nefsini bilen, Rabbini bilir.

Nefs, kul ile Rabbi arasında bir perdedir. Nefsini tanıyan, Allah’a da, yaratılmışlara da alçakgönüllü davranır. Nefsini tanıyan, ondan sakınır. Onu tanıdığı için Allah’a şükreder. Bilir ki, Allah ona nefsini yani egosunu, sırf kendisinin dünya ve ahiret iyiliğini istediği için tanıtmıştır.

Arifin görünür yüzü Allah’a şükür ile, derin tarafı da O’na hamd ile meşguldür. Görünürde yükselmekte, gizlide toparlanmaktadır. Neşesi içindedir, kederi dışındadır. Bu, sırf halini gizlemek için böyledir. Arif, müminin tersine bir hal içindedir. Zira müminin kederi kalbinde, yani içindedir, sevinci ise yüzünde, yani dışındadır.

Nefsini bilen, bütün hallerinde müminin aksi bir halde bulunur. Mümin, hal sahibidir. Hal, değişikliklere uğrar. Arif ise makam sahibidir. Makam değişikliklere uğramaz, sabittir.

Allah dostlarının mecnunluğu, doğal alışkanlıkları, egosal ve düşkün fiilleri terketmek,  arzu ve zevklere karşı koyar olmak demektir.

Yoksa, aklını kaybetmiş deliler anlamında mecnunlar değillerdir.

Allah’ın rahmeti üzerine olsun, Hasan Basri Hazretleri şöyle der: “Eğer siz Allah dostlarını görmüş olsaydınız, onların deli olduklarına hükmederdiniz. Onlar da sizi görmüş olsalardı, bir an bile Allah’a inanmamış olduğunuza hükmederlerdi.”

Bence, iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevini yapan kişi, inzivaya çekilmiş bin münzeviden daha hayırlıdır. Zira münzevi, nefsi kendisini helâke sürüklemesin diye inzivaya çekilmiş, böylece onunla savaşmayı, bir bakıma terketmiş demektir. Eğer nefsi kalbe ve öze tâbi olduğu bir halde inzivaya çekilmişse, bu makbuldür. Zira bu durumda nefs, onlara bağlanır. Onların görüşünden çıkmaz. Onlarla birlik olur, aralarında fark kalmaz. Kalp ile özün emrettiğini, ego da emreder. Onların yasakladığını o da yasaklar, onların seçtiğini o da seçer. Bu sayede nefs, nefs-i mutmainne haline gelir. Kalp, öz ve nefs, hepsi de bir gayede ve bir hedefte birleşirler. Nefs bu mertebeye erdiği zaman, onunla uğraş gevşetilebilir.

Kur’an Mahluk Değildir

Allah’ın kitabına hürmet et. Onunla ahlâklan. O, Allah ile senin aranda yegane kavuşmadır. Allah ile seni birbirine bağlayan biricik bağdır.

Kur’an’ı mahlûk, yani sonradan varedilmiş bir şey sayma. O, sonradan yaratılmış herhangi bir varlık değildir. Tam tersine, Allah’ın ezelî, ebedî kelâmıdır. İzzet ve Celâl sahibi Allah, Kur’an için, “Bu benim kelâmımdır,” deyip dururken, sen, “Hayır, o senin kelâmın değildir,” deme. İmam Şafii ile İmam Ahmed (b. Hanbel) şöyle derlerdi: “Kalem mahlûktur, sonradan varolmuştur. Fakat kalemin sayfalara yazdığı, mahlûk değildir. Kur’an’ı ezberleyen kalp, zihin, mahlûktur, sonradan varolmuştur. Fakat ezberlenen şey, mahlûk değildir.”

Blogger tarafından desteklenmektedir.