Header Ads

Oyalanma Bitti, Artık Uyanma Vakti / Beden Zihin Ruh 26


Belirsizlik konusundaki endişelerimizin, korkularımızın ve üzüntülerimizin şüphe ve inanç eksikliğinden kaynaklandığı konusunda açıklayıcı olduysam eğer, bunun nedeninin ne olduğu konusuna geçmek istiyorum.

Aslında cevap çok açık, net ve kısa: güvenmiyorsun.

Güvenmediğinden bazı şeylerin olması için bazı şeylerin olmuş olması ya da hazırda bulunması gerektiğini düşünüyorsun. Daha doğrusu kendini bununla avutuyorsun. Ve bu avutmalar aynı zamanda sığındığın güvenli limanlar ve uydurduğun kılıflar.

Örneğin, yanında çalıştığın işveren -ki bazıları altında çalıştığım patron da diyebilir, birini kendinin üstünde görmek niyeyse artık?- telefon ile arayan kişi ile görüşmek istemediği için, senden orada olmadığını söylemeni istiyor. Ve bu aslında düpedüz yalan, ama o kadar güvenmiyorsun ki ve ne yazık ki işverene O’ndan çok güveniyorsun ki çok da olağan bir biçimde, sana dikte edilen yalanı söyleyiveriyorsun.

Başka bir örnek daha vermemi istersen, sevgilin herhangi bir sebepten dolayı; belki zaafı, belki ihtiyaçları ve arzuları arasında bir ayrım yapamaması veya bir şekilde kötü ya da yasaklanmış olduğunu bilmediğinden dolayı, israf ya da yasak olan bir şey talep ediyor. Ve bu aslında düpedüz haram, ama o kadar güvenmiyorsun ki ve ne yazık ki sevgilini O’ndan çok önemsiyorsun ki çok da olağan bir biçimde, senden istenen haramı eyleme döküveriyorsun.

Son bir örnek daha… Bir şekilde anne ve baban bir şekilde senden doğru ve iyi olmadığını bildiğin bir şey yapmanı istiyorlar. Belki eskiye dayalı bir husumet, belki menfaatlerini okşayan bir çıkar, belki de egolarına hizmet eden bir seçim… Ve aslında bu düpedüz günah, ama o kadar güvenmiyorsun ki ve ne yazık ki anne ve babana O’ndan daha fazla ihtiyacın olduğunu sanıyorsun ki çok da olağan bir biçimde, birini kırıyor, bir haksızlığa göz yumuyor veya bizzat sen yapıyorsun.

Bu gibi örneklerle çokça hatırlattığımı biliyorum ama tekrar edeyim müsadenle: Rızkı, kazancı, parayı veren patron ya da müşterin değil (Rezzak olan) O! Sevilmeye en çok layık olan nişanlın, sözlün, sevgilin ya da eşin değil (Vedud olan) O! Rahman da, Rahim de, ihtiyaçlarına kefil olan da, ihtiyaçlarını karşılayan da ve ihtiyaç anında asıl başvuracağın da annen ya da baban değil (Samed olan) O!

Böyle konuşarak ahkam kestiğimi veya seni yargıladığımı düşünme lütfen. Ben senin arkadaşınım ve önce kendime, sonra sana hatırlatıyorum işte. Hatırlamamız, fark etmemiz ve böylece “farkında” olmamız lazım diye düşünüyorum tüm samimiyetimle.

Çünkü farkında olmadıkça kendimizi avutmaya ve oyalamaya devam edeceğiz. Şu anda birçoğumuzun yaptığı şey bu değil mi zaten? Bu güvensizlik yüzünden, bu farkındalıksızlık yüzünden elmalı telefonlar, çubuklu ayakkabılar ya da artık her ne ise üzerindeki işaret, o simgelerin olduğu şeyler ile kendimizi ispat etmeye çalışmamız. Ve yine bu yüzden değil mi; ya bir siyasi görüşün amansız savunucusu, ya bir takımın fanatik taraftarı ya da bir ideolojini saplantılı militanı olmamız. Veya bilgisayar oyunlarına, alışverişe, kozmetiğe, sosyal medyaya, cep telefonlarına, haber ve filmlere bağımlı olmamız bu sebeple değil mi? Oyalanmamız lazım çünkü durursak ölecek gibi oluyoruz. İç sıkıntısı, can sıkıntısı, boşluk ya da hayatın anlamsızlığı -artık her ne dersen de, dağ gibi çöküyor üzerimize.

Çocukken böyle yanılgılarımız yok, herkes kardeş… O yıllar pek bir kolay ve hızlı geçiyor. Gençlikte biraz biraz hissetmeye başlıyoruz ama hala çok yeni ve heyecanlı bir sürü şey olduğu için idare ediyoruz bir şekilde. İş hayatı, para kazanma, bir şeyler satın alma, satma veya biriktirme derken bir süre daha baş edebiliyoruz ama 40 (kırk) deyince tırt… :)... Çok şükür son zamanlarda bu 40 yaşından önceleri de görmeye başladığımız bir hal. Sorgulamalar artık susturulamaz hale geliyor.

Vakit geldi işte. Bedenin ve zihnin oyalanması bitti. Artık uyanma vakti.

Burası artık senin başrol olarak en önemli performansını sergilemen gereken keskin bir köşe, hayatının en önemli virajıdır adeta. Ya sorular ağır gelecek ve vazgeçeceksin. Eskiye dönmek isteyecek, ama başaramdıkça avuntularının dozajını artıracaksın. Belki çok yemeye başlayacak, kilo alacak, karbonhidrat ve şekerin bağımlısı olacaksın. Belki de alışverişe kendini verecek ve şimdiye kadar oyalandıklarından çok daha fazlasını ve çok daha pahalılarını alarak kendini uyuşturacaksın. Hiç dillendirmek istemiyorum ama, belki de alkol hatta madde bağımlılığına kadar vardıracak ve bir şekilde o eski oyalanabilme haline geri dönmek için elinden geleni yapacaksın.

Sorun şu ki, uyanış başladı bir kere. Sen ne kadar kendini paralarsan parala, içinden bir ses daha yüksek ifade edecek kendini. Ve böylece sakinleştiriciler, antidepresanlar ve uyku ilaçları da vazgeçilmezlerin olacak. 

Yine canını sıktım di’ mi? Özür dilerim. Gel biraz da güzel zamanlardan bahsedelim. Güvendiğimiz, kendimiz gibi olduğumuz hatta sadece kendimiz olduğumuz zamanlardan bahsedelim: çocukluğumuzdan. Hatırlamakta fayda var, zira özümüzle en yakın ilişkide olduğumuz vakitlerdi onlar.

O kadar güzeldi ve o kadar kendimizdendi ki, herhangi bir şeyi yapmak için sebep aramamıza gerek yoktu. Şimdilerde her şeyi bir sebepten ya da bir sebep için yapıyoruz ya, o zamanlar böyle bir şey yoktu. Elimde bir ağaç dalı veya sopa ile kumun ya da toprağın üzerinde saatlerce bir şeyler çiziktirdiğimi hatırlıyorum ben mesela. Karıncaları izlediğimi, ağaçlara tırmandığımı, kuş yakalamaya çalıştığımı, otların arasında kaplumbağa aradığımı… Bunları yapmamın hiçbir sebebi yoktu. Sadece yapıyordum. Ne bir üzüntü, ne bir kaygı, ne geçmişteki bir şey için, ne gelecekte bir şey yapmak için değildi, sadece yapıyordum işte. Çocukken hepimiz böyleydik ama sonra bu masumiyet kayboldu büyüdükçe. Belki de masumiyetimiz kaybolduğu için büyüdük. 

Kumu en iyi karıştırmak gibi bir derdim yoktu. Karıncaları saymak, en yüksek ağaca tırmanmak, en güzel kuşu yakalamak ya da en büyük kaplumbağayı bulmak değildi derdim. Sadece yapıyorduk işte, sadece yaşıyorduk. Ne de güzel yaşıyorduk!

Sonra işler değişti. Okul başladı, en yüksek notu almak diye bir şey çıktı, nereden çıktıysa. Takdir almak, diploma notu en yüksek olmak, sınavda en birinci kazanan olmak, en iyi okulu kazanmak, en yüksek maaşı almak… Kim koydu bu “en”leri? Neden “en” ile başlayan bir şeylerin peşinde koşarken hayatı kaçırttılar ki bize? 

Anlaşılan o ki bugün senin canını sıkmadan duramayacağım :)... Tekrar özür dilerim.

Ama bu konuda beni de yanlış anlamandan çekiniyorum biraz. Çünkü sıkça tekrarlıyorum, biliyorum: “Elinden geleni yap” diye. Fakat, çevreden bu şekilde koşullandırılıdığımız için yıllarca, bazen az önce yerdiğim “en” seviciler gibi algılayan arkadaşlarım oluyor. Tam tersine benim vurgulamak istediğim kısım “elinden gelen” kısmı. Yani hemen yap, elindeki neyse onunla şimdi başla demek istiyorum. Aslında hep tekrarladığım gibi: “Sadece YAP!”

Aksi takdirde yine seni kullanacaklar. Mükemmeliyetçilik denilen hastalığı eğer sana bir meziyetmiş veya önemli bir özellikmiş gibi satmayı başarırlarsa, ondan sonra ne isterlerse satacaklar. Biraz yürümek isteyeceksin mesela, tracking ayakkabısı satacaklar. Mahallenin sahasında evladın ile iki top çevirmek isteyeceksin, üç aylık futbol kampı satacaklar. Biraz egzersiz yapayım, hamladım diyeceksin, havlusundan çantasına, tişörtünden bandanasına, hepsinde aynı armanın olduğu bir set ve bilmem kaç aylık salon taksidi satacaklar. Dağ bayır gezmeyi, çocuğumla birazcık top oynamayı ya da egzersizi neden en iyi şekilde yapmalıyım ki ben? Neden kendimce, gönlümce yapamıyorum? 

Kısaca söylemek istiyorum: mükemmeliyetçilik deliliktir. Kanma artık bunlara.

Kendine nazik davran, çünkü sen bunu hak ediyorsun. Başkalarının dedikleri ya da sinsi bir biçimde sana dayattıklarından kurtul ve kendine, özüne, asıl kıymet verilmesi gerekene dön. Nazik davran hem kendine hem herkese ve her şeye. Minnettar ol hem kendine hem herkese ve her şeye. Teşekkür et önce kendine sonra herkese ve her şeye. Ve dediklerimi lütfen sadece bir iyimserlik, pozitif düşünme veya daha yumuşak bir yaklaşım olduğunu sanma. Çünkü çok net olarak bilimsel karşılığı da mevcut.

Sen minnettar ve nazik olduğunda başta oksitosin olmak üzere serotonin, endorfin ve dopamin salgılanır. Bunlar mutluluğun, sevginin ve huzurun hormonları. Her ne kadar çoğunlukla beyinden bahsetsek de konuşmalarımızda bu hormonların algılayıcıları bağırsaklarında, midende, ciğerlerinde, birçok organında ve kalbinde de bolca bulunuyor. Dolayısı ile sen minnettar ve nazik olduğunda yaşadığın şey sadece iyimser bir sakinleşme ya da uyuşma değil. Aksine gerçekten tüm bedenini ve ruhunu şifalandırıyorsun. Ve işte elinden geleni yaptığında, sadece yaptığında ortaya çıkan sonuç doğrudan hedefin olmasa da ilerleme kaydettiğini görüyor ve bunu tamamen hissedebiliyorsun hem de inanarak. Çünkü az önce saydığım hormonlar, geçmişten gelen üzüntülerinin sendeki korkularını ve geleceğe dair ürettiğin, biriktirdiğin kaygılarını beyninde algılayan bölüm olan “amigdala” alıcılarını kapatıyor. Böylece her adımda, her küçük ilerlemede, her minik başarında kendine nazik ve Alemlerin Rabb’ine minnettar olduğunda bir sonraki adım hem daha kolay, hem daha hızlı, hem daha keyifli oluyor.

İnşirah Suresi’nin son iki ayetini hatırla lütfen: “O zaman biri bittiğinde (kararlı bir biçimde) diğerine (yenisine) geç ve sadece Rabbi’ne yönel.” Sıkça tekrarladığımı biliyorsun: “Her gün bir adım, hiç durmadan, hep ileri.” Benim bir şey bildiğim yok gördüğün gibi, sadece okuduklarımı yapıyorum ve nacizane sana da tavsiye ediyorum.

Çok güzel bir anım var hayata yaklaşım ile ilgili, müsadenle seninle paylaşayım: Kızımın beş-altı yaşlarında olduğu bir dönem, belki daha da küçük olabilir. Belli bir oyuncak istediğini biliyorum ama ne kadar aradıysam bulamadım. Bunu telafi edebilmek adına onu bir oyuncak mağazasına götürdüm ve “senin istediğini bulamadım ama buradan ne istersen alabilirsin” dedim. Serbest atış… Bendeniz de cesur baba… :)... Hangi yöne dönse oyuncakların olduğu geniş mağazanın içinde kendinden geçti. O an içinde bulunduğu sevinç, şaşkın ve aceleci koşuşturması, çeşitliliğin içindeki mutlu kararsızlığını uzun uzun izledim. Ve yorulana kadar her reyonu üçer beşer defa tavaf ettikten sonra seçtikleri ile mağazadan çıktık. Pek mutlu idi ve bana çok güzel bir anahtar cümle hediye etti: “Bunlar benim istediğimden çok daha güzel. İyi ki buraya gelmişiz.”

Kafama nasıl dank ettiğini anlatamam. Aydınlanma öyle şiddetli geldi ki gerçekten başımın acıdığını hissettim :). Ne kadar doğruydu söylediği cümle! Her istediğim olmak zorunda değildi ki böylece daha güzeline erişebileyim. Aslında istediğimizin olmayışı diğer bütün olasılıkları açılmasına, daha doğrusu zaten açık olan sonsuz olasılıkların farkına varmamıza olanak sağlamıyor muydu? Evet, işinden kovulmuş ya da işini kaybetmiş olabilirsin ama bu demek değil mi ki artık diğer milyonlarca işten birini yapabilirsin? Sevdiğin başkası ile evlenmiş olabilir ama bu demek değil mi ki artık milyonlarcası için sen hala muhtemel bir eş adayısın? İstediğin okulu kazanamamış olabilirsin ama bu demek değil midir ki diğer yüzlerce, binlerce okul için önün açılmıştır? Kıyamet kopmadı aslında, dünya yerle bir veya insanlık helak olmadı. Bu kadar nimetin içinde tek birine kendini sabitlemek niye ki? Dünya bir oyuncak mağazası iken tek bir bez bebeğe ağlamak saçmalık değildir de nedir? 

Koştur can dostum! Bir güzellkten başka bir güzelliğe, bir bolluktan başka bir bolluğa, bir neşeden öbürüne… Allah’ın bir kaderinden başka bir kaderine… O olduktan sonra dayanağın, vekilin, sevgilin… burası hakikaten çok güzel!

Blogger tarafından desteklenmektedir.